30.12.11

Fanboy

Şu hayatta ne kadar şeye hayranım lan. Çok ciddiyim ama, fanatizm beter şey derlerdi inanmazdım, şimdi görüyorum hakikaten fenaymış. Bir şeyin tişörtünü alacağım diye ne kadar ter döküyorum bilemezsiniz. Hayır, üzerinde Spurs yazınca ne olacak sanki? Güzel olacak güzel.

Fanatizm diyordum. Nedendir, niyedir bu bağnaz sevgi? Sizi bilmem ama ben kendi sorunumu buldum sanırım.

Herkes özeldir. Herkes böyle düşünür en azından. Hayatı birinci gözden yaşayan mahlukatlarız biz, haliyle kimse bizden daha önemli olamaz fakat daha etkileyici olabilir. Bildiniz, fanatizmin başladığı nokta budur işte. Ağzınızı açık bırakan adamı sevmemeniz için bir neden var mıdır? Ben sevmeniz için bir neden vereyim, o adam bizim isteyip yapamadığımız şeylerin canlı bir örneğidir.

Michael Jordan'ın çok meşhur bir smacı vardır, bilmem hatırlar mısınız. Patrick Ewing gibi bir dozerin üzerinden asılmıştır turuncu pota çemberine. O smacı gördüğüm günden beri Jordan'ı çok severim. Neden mi? Çünkü aynısını yapabilmeyi ben de çok isterdim. Ya da Reggie mesela, 9 saniyede 8 sayı atışını (bundan da her yerde bahsediyorum lan, iyice gevşek bir adam oldum ehehe) gördüğümden beri, çok severim kendilerini. Sadece basketbol da değil konu, hatta sadece spor da değil. Müzik,film,edebiyat... Ağzımda sakız olmuş film karakterlerinden yalnızca biri Tyler Durden. Fight Club'ı izlediğimden beri seviyorum puştu. Sonra Seven'ı izledim, direkt Brad Pitt fanı oldum. Epica misal. Never Enough'ın klibini izlediğim günden beri kızıl saçlı hatunlar ilgi alanıma girdi. Böyle bir arsızlık, böyle bir gerizekalılık olabilir mi sizce? Aynaya baktığımda kendimden utandığım zamanları biliyorum. Bazı şeylere hayran olmak insanın canını yakabiliyor.

Yine Jordan diyelim. Air Jordan serisinin son çıkan ayakkabısını almak için birbirleriyle pasif uzuneşek oynayan Amerikalı'ları duymuşsunuzdur. 4 yaşında bir kız çocuğu da MJ hayranı babasının elini bıraktığı için o kalabalıkta ezildi ve yaralandı. Ayıptır, gerçekten ayıptır. Kız çocukları bu konuda doğuştan şanssız zaten. Yıllar önce "Babasıyla gittiği futbol maçında kafasına sandalye atılan 8 yaşındaki kız çocuğu ağır yaralandı" şeklinde bir haber işitmiştim. Yaşamak bir hak mıdır, yoksa bir lüks mü?

Daha yeni okudum gazetede. 18 yaşındaki(emin değilim yaşından tam, ama böyle bir şeydi sanırım) kız motorsiklet almaya gidiyor, seçiyor beğeniyor aracı, sonra galerinin çalışanlarından biriyle bir deneme sürüşüne çıkıyor, ve adamın arkasında oturan kız adamın yaptığı kaza sonucu hayatını kaybediyor. Adam yaşıyor yalnız, suratını ziktiğmin adaleti de böyle bir şey tam olarak.

Fanatizm mi? Fanatizm, yan yana oturduğu, aynı havayı soluduğu insanları umursamayıp belki de asla aynı havayı soluma 'şerefine' erişemeyeceği insanlara/şeylere tapmaktır. Evet, tapmak. Sapkın bir ayinden farksızdır ve insanoğlunun bir şeyleri önemseme ihtiyaçlarını pislikçe gidermesinden başka bir şey değildir.

Yaşamak, hakkımız olan bir lükstür.


14.12.11

Mor Kadın

Tatlı düşleri vardı kadının.

Birbirini kovalayan günlerden bir gün, aşkına daha çok aşık olmuştu kadın.

Kadın gençti, kimileriniz ona 'kadın' değil 'kız' bile diyebilirsiniz hatta, fakat ben ona kadın demeyi seçtim, çünkü orada gördüğüm düpedüz bir kadındı, kız değil.

Her öyküye bir de adam lazımdır ya... Kadının aşkı genç bir adamdı. Açık, sakalsız, temizdi yüzü. Açtı mı insanın ruhunu emen kara gözleri vardı. Kadını soracak olursanız, kendisi hakkında bir şey söylemeyeceğim.

Bundan bir buçuk sene önceydi. Şehir soğuk ve yağmur altında, ağaçlar ise yapraklarına küseli çok olmuştu. Sevimsiz apartmanların sevimli pencereleri bile sonbahar kokuyordu. Kedi ürkek, köpek ıslak, kuş ise kayıp ve üşümüştü. Sokaklar asfalt ve taşlara çok uzak toprak kokuyordu garip bir şekilde. Deniz ise her zamankinden daha cazip değildi, rüzgarla eğlenirdi o havalarda. Sonra bir ara kadın adamı gördü.

Gördü ve sonbahar koktu yüreğinin taa içi.

Isınıverdi nasılsa. İhtiyacı yoktu belki de elindeki yün eldivene, kafasındaki yumuşak bereye. Belki ete, kemiğe de ihtiyacı yoktu, yalnızca bir nefes olarak konmalıydı adamın burnuna. Belki de.

Kadın sevdi.

Vapur sesi duyulduğunda, iskeleye ufakça bir dalga çarptığında sevdi kadın adamı.

Sonra kadın karar verdi: Her gün aynı saatte aynı yere gelecek ve adamı sevecekti. Geldi de. Her gün aynı saatte aynı yerdeydi kadın. Sevimsiz apartmanın içinde tok ses yankılandığında ve nihayet adam binadan çıktığında kadın karşı kaldırımda bekliyordu ve istisnasız her seferinde adamı seviyordu. Her akşam adamı sonraki gün de aynı şekilde sevebilmek için uyuyordu belki de, kim bilir?

Kadın hep sevdi. Adam da her sabah o eflatun renkli demir kapıdan dışarı çıktı ve yolun sonundan sağa döndü. Günler böylece gidiyordu. Kadın safça mutluydu, yaşıyor, yaşıyor, nefes alıyordu. İlk defa kalbindeki kanatları hissediyordu.

Bir gün adam kadını fark etti. Yolun diğer tarafından kadına selam verdi ve yine yolun sonundan sağa dönüp gitti. Kadın ne hissedeceğini bilemedi. Arıyordu adını ama bulamıyordu bir türlü. Sonra adam her sabah selam verdi kadına. Her sabah rüzgar esti, yapraklar sırılsıklam oldu taş yolda. Ve her sabah kadın gülümseyip karşılık verdi selama.

Bir gün, bir kış sabahıydı, adam mutlu göründü. Kadın ise kaldırımda dikiliyordu ve her sabah olduğu gibi seviyordu adamı oracıkta. Adam eflatun demir kapıyı açarak çıktı dışarı. Kadın geçen sabaha göre daha çok sevdi o an adamı.

Adam farklıydı o sabah. Kadına seslendi. Kadın mahçup hissetti kendini, belli ki adamla sonunda konuşacaklardı. Adam yolun sonuna kadar yürüyüp sağa dönmedi, dosdoğru yola adım attı, kadınla arasındaki tek uzaklığa. Söyleyeceği şeyi düşünüyor gibiydi, tıpkı kadının yaptığı gibi.

Üçüncü büyük adımını atmıştı ki, hızla bir araba geçti ve çarptı adama.

Metrelerce sürüklendi. Kadın kalakaldı. Adamın kara gözlerine baktı. Bomboş, kara olduğu kadar beyazdı bu gözler o an. Ağzı, burnu, göğsü kan içindeydi adamın. Kadın biliyordu artık asla adama sarılamayacak ve diyeceği şeyi bilemeyecek olduğunu. Adamdan ilk ve tek kez tiksindi bunu düşünürken, özellikle sarılma kısmını.

Hava ve zaman kışın kaldıramayacağı kadar sıcak ve ağır geldi kadına. Adamın ruhsuz bedeninin yere düştüğünde çıkardığı ses kulaklarına belki dakikalar, belki de saatler sonra ulaştı. Sonra eflatun demir kapı açıldı, yaşlıca bir kadın çıktı apartmandan ve adamın yanına koştu. Kadın bakmadı arkasına, yaşlı kadının ardında açık bıraktığı kapıdan içeri girdi hızla.

Herhangi bir apartmandı artık burası da.

Basamakları çıktı teker teker: yirmi bir,yirmi iki, yirmi üç...

Aşağıda insanlar küçüktü, ufacıktı. Kadın ise yukarıda sineklerin tanrıçasıydı. Bu bile yeterdi ona, çünkü hem kalbinin, hem de kendinin birer çift kanadı vardı, biri işe yaramasa diğeri yarardı.

Kadın boşlukta süzüldü. Saniyeler sonra adamın yanındaydı soğuktan morarmış dudaklarıyla.

Koşarak sarıldı adama. Kendisinin cesaret edemediğini, etse önce kendisinin konuşacağını söyledi adama. Adam sarıldı, kadınsa tir tir titrerken:
"Seni kaybettiğime o kadar üzüldüm ki," dedi. Adam göz yaşlarını saklamaya çalışmıyordu:
"Şşşt, dedi, şşt, tamam, sakin ol artık. Ah be güzelim, seni kaybettiklerine o kadar üzülecekler ki..."

26.11.11

Morcivert

Dünyadan korkan bir çocuk,
Dünyayı kocaman gören,
Anlamış yanıldığını,
İki insana tek bir duygu düştüğünü,
Ansızın fark ettiğinde.

25.11.11

My Dearest

Sonbaharın en sevdiğim mevsim olduğunu söylemiştim. İşte Kasım da bu mevsimin en sevdiğim ayı. Zaten hayatımda ne zaman "aha işte şimdi tam sırası," ya da ne bileyim efendim "şu şartlar oluşsun nasıl güzel yaparım o işi," dediğim dönemler gelse tırnak ucuma kadar vücudumdaki hiçbir nokta harekete geçesi gelmiyor. Kıpırdamak bile istemiyorlar. Onu da bıraktım tırnak uçları kadar işlevsiz ve s.kindirik noktalara bile söz geçiremiyorum. Neyse, geçirir gibi oldum ve sonunda klavyenin başına oturdum.

Boş vermeyi bilmeyen biriyim ben. Çok soru sorarım, ama soru sormayı sevdiğimden değil, zaten istemsiz sorarım soruların çoğunu. Bazen beynim bir pelte olup boğazımdan aşağı döküyor ben biriyle konuşurken. İşte bu olduğunda, gözlerimin baktığı yer bulanıklaşıyor, tamamen robotlaşıyorum, robotlaştığımda da sorular soruyorum.

Hiç hayatın iyi kurgulanmış bir film ya da oyun olduğunu düşündünüz mü? Ben düşünmedim, ama son zamanlarda rayına girdiğim düzenli yaşam bana aynen bu tadı veriyor. Yani artık öyle bir pozisyondayım ki, hayattaki mantık hatalarını ayıklar oldum, klişeleri tahmin eder oldum. Hani ailece izlenen dizilere yorum yapan bir medyum anne vardır ya; işte o oldum gibi hissediyorum. Aslında bir bok olduğum yok henüz ama kendimi bir bok zannetmeye başladım, ki bu da bir bok olmanın yarısıdır.

Etrafımdaki insanların söyleyecekleri şeyleri tahmin etmeye başladım mesela. İzlediğin bir filmin ezberlediğin sahnesi gibi, tek kelime şaşırmadan içimden söylüyorum cümleyi, ve karşımdaki iki gündür aynı kıyafeti giyen, uykulu, düzgün saçlı fakat baygın bakışlı hatun da aynı cümleyi söylüyor. Bunlar olurken de beynim boğazımdan aşağı akıyor işte.

Zindan gibi lan her gün aynı Allah'ın cezası yolu gidip gelmek.

Hayal kurmak güzel şeydir. Dikkat edin, insanlar gelecek günün hayalini kurar önce. Sonra bu gün gelir, ve o mükemmel şey olur-biter veya sıradanlaşır. Sonra eski günlerin hayalini kurar. Aradan biraz daha zaman geçtiğinde geleceğin hayalini kurdukları günlerin de özlemini çeker, orada olduklarının hayalini kurarlar. Neden? Çünkü hiç kimse kendi hayal dünyasında kendini sorumluluk altına sokmaz. Çünkü kimseyi hayalleri rahatsız etmez. Çünkü hayaller, bizi sıkan şeylerden kurtarmasalar bile, bir süreliğine saklarlar.

"Günü kurtarmak," lafını çok önceden duymuştum. Ama bu lafı her seferinde orta yaşlı bir öğretmenden duyduğum gibi anımsarım: "Günü kurtaran gerizekalılar." Hakikaten de öyle, günü kurtaran bir gerizekalıyım ben. Kurtardığım gün de son anda kurtarıldığı için, hep bir öncekine benziyor. Kurtardığım bunca günden birinde bu kadındaki mantık hatasını bulacağıma inanıyorum.

Hava soğuk. Ben üşüyorum, burnum üşüyor, parmaklarım üşüyor... Karşıyaka deseniz rüzgarlı, sahilde dalgalar iskele taşlarıyla sevişiyor. Herkes kendi halinde burada. Çarşı'da herkes sağdan yürüyor, birbirlerinin konuştuklarını duyuyor, ama dinlemiyorlar. Ben de dinlemiyorum, mp3'ümdeki ezbere bildiğim şarkıları dinliyorum. Sonra metroya biniyor, öldürmüş olduğum zamanı ise gömmüyor, oracıkta bırakıp evime dönüyorum.

Beni rahatsız eden şey de bu "monotonlar" listesine yazı yazmama eyleminin girecek olmasıydı. Belki de girmiştir, belki de sadece sınavlar derken uğraşamıyorumdur. Diyorum ya, boş veremiyorum hiçbir şeyi. Bunu da vermedim. Bir aylık bir aradan sonra merhaba.

Not=Bu arada bu yazıyı yazarken yan sekmede açtığım şarkıyı 9 kere falan yeniden başlattım. Gerçekten de hep aynı be ehe mehe.

Dipnot=Uzun bir aradan sonra hoşçakalın.

30.10.11

Sadakatsiz

Hayatımın en ciddi kararlarından birini aldım. Tam iki gün önceydi ben düşüncelerimde kesin bir karar aldığımda. Hani derler ya "hayat beklemez" diye, ben de beklemeyecektim gereksiz bir uzvu olduğum bu hayat gibi.

Bir evim vardı benim. Küçük bir bahçesi, küçük pencereleri ve büyük bir kapısı vardı. Severdim evimi, şimdi ise uzağım, çok uzak. Evim iğrenç yansımama ve bana yetiyor da artıyordu bile, ama çoğunuz alışkısınız rahata, size soracak olsaydım: "bu ev büyük mü?" diye; "küçük" derdiniz. Canınız sağolsun, ben mutluydum bu evde, zaten önemli olan da bu.

Tam iki gün önce, dişlerimi takırdatan soğuk kuzey rüzgarının -ki o rüzgar da kuzeye ait olan çoğu şey gibi katıydı, sertti- estiği o gece, ben mütevazı evimin pencerelerinin baktığı sokağın başından sıcak yuvama doğru yürüyordum. Yumruklarımı sıktım, tırnaklarım avcumu yaktı. O an utandım kendimden, yalnızlığımdan.. Ağzıma doladığım şarkıyı hakketmiyordum, değil şarkıyı, en küçük bir mutluluğu bile hakketmiyordum. O an gözlerimin içine yansıyan filme takıldı gözlerim. Bu film, benim hayatımdı. Tek kelime bile eleştirmek istemiyorum, benim size tavsiyem izlemeye vereceğiniz parayla güzel bir haftasonu geçirin.

Ağzımdan çıkan havanın beyaz sıcaklığını izleyip bunları düşünürken, evime kadar gelmiştim. İstemsizce duraksadım ve vücudumu kapıya çevirdim. Bahçemin içinden evimin kapısına giden on iki taşı yavaşça geçtim, ve kapıya ulaştım. Kapıyı açtım, ve satın aldığım karanlığa gülümsedim.

Ayakkabılarımı çıkartmadım. Montumu, beremi, eldivenlerimi de çıkartmadım. Işığı da açmadım hatta. Bunları yapmak yerine tek odalı evimin tek boy aynasının karşısına geçtim.

Yan duvardaki pencereden içeri giren ışığın nedenini bilmiyordum, hiç bir zaman da bilemeyecektim. Zaten umrumda da değildi, benim ihtiyacım olan şey o ışığın beni ayna karşısında görünür kılmasıydı, bu da oldu zaten. Kendime baktım, kendim bana bakmadı. Doğruca eğilmiş kafasına bakıyordum onun. "Hey, dedim, yüzüme bak."

Bakmadı. Bağırdım, bakmazsa kendisiyle daha farklı konuşacağımı söyledim. Sonra usulca kaldırdı başını. Şimdi yüzüme bakıyordu fakat gözlerime bakmıyordu. O haline acıdım. Konuşmaya nasıl başlayacağımı bilemedim önce, sonra "sıkıldım, dedim, ayrıca senden utanıyorum."

Neden utandığımı sordu. Lafı geveledim. Ona 'kendimden başka suçlayabileceğim tek kişisin' diyemedim. Beresini düzeltti, gözündeki bir damla yaşı sildi. Şimdi ne olacağını sordu, bilmediğimi söyledim. Bal gibi biliyorduk ikimiz de bunu, zaten her seferinde bilirdik birbirimizin ne düşündüğünü. "Sana bakınca kocaman bir yalan görüyorum," dedim ona. Özür diledi. Özür dilemesinin saçma olduğunu, üstelik gereksiz olduğunu söyledim. Ne yapması gerektiğini sordu, ben de tek çarenin ikimizden birinin gitmesi olacağını söyledim. Ağladı, çok ağladı. Ağlamamasını söyledim, daha çok ağladı. Ağladım.

Sonra gözlerini sildi. "Seni her zaman sevdim," dedi kendim bana. Aynanın öbür tarafından gülümsedi zoraki bir şekilde. Ben de onun bu haline ağlayarak güldüm. Benden daha cesurdu o. Sonra "Hoşçakal," dedi. Elini salladı, ve aynadan yürüyüp gitti.

Aynaya baktım. O yoktu. Sağa baktım, sola baktım, yine yoktu.

Dizlerimin üzerine düştüm, boynuma bir uyuşma hissi gelmişti. Başımı tutan ellerim haddinden fazla sıcak ve ıslaktı. Olsun, ondan kurtulmuştum. Yere düştüm.

Sonrası malum. Buradayım işte. Bunları okuduğuna şaşırma, bunları sana nasıl söyleyeceğimi henüz buraya gelmeden önce planlamıştım, yoksa enayi miyim ben böyle bir riski göze alayım? Buradakilere benim söylediklerimi söyleme sakın, yoksa unuturum seni.

25.10.11

Kar

Uzun zaman olmuş. Kısa sayılabilecek yaşamımda derince bir nefes alıp iç çekmeyeli uzun zaman olmuş.

Neden iç çekmemiştim peki? Hiç kaygılanmamış, hiç rahatlamamış mıydım? Tabi ki kaygılanmıştım, sonuçta insanım ulan ben de. Neyse efendim, işin özüne gelecek olursak, iç çekmemiştim. Hayır, bunu yapmamıştım, çünkü üzüntülerim de, kaygılarım da pis bir tuvalet aynasındaki gibi eski kaygılarımın, üzüntülerimin yansımasından  başka bir şey değildi. Başka ise de ötesi değildi.

Çok ilginç anılar dinlememe rağmen uzun zamandır şaşırmıyordum. Okuduğu kitabın yarısında sonucu tahmin eden biri için çok saçma bir durum değil ama, ben de mal gibi her şeye 'aa, ciddi misin?' tepkisi veren bir adamım, sonuçta film film, kitap kitap, hayat da hayattır. Hayat çok farklı değildir, fakat hayatın senaristiyle tanışmadım henüz. Şaşırmıyordum, şaşıramıyordum. Korkmuyordum, korkamıyordum.

İti an çomağı hazırla derler.

Kış geldi. Ben ise önce üşüdüm, sonra heyecanlandım, en sonunda da korktum. Beni korkutan şeyin midemi yakması ve ısıtması da ayrı bir çelişki tabi.

-Ne oldu da bu kadar değiştin?

Çok farklı, çok özel bir şey gördüm.

-Suyu şaraba çeviren, insanları ölümsüz kılan tozu mu buldun yoksa?

Yok, o kadar da değil.

-Ee o zaman ne halt etmeye bu kadar velveleye veriyorsun ortalığı, bu seferkinin diğer yanılsamalardan farkı ne?

Birincisi, yanılsama değil. Onu görebiliyorum, daha da ötesi herkes görebiliyor. İkincisi ise bir değer biçmedim ona.

Çocukken yere düştüğünde kanar ya dizlerin, ağlarsın, tepinirsin yerinde. İşte o anda annenin sana sarılması gibi mutlu ediyor beni.

Cezası ölüm olan yalanımı saklayan zaman kadar mutlu ediyor.

Bunaltan sıcaklarda sırtıma gelen hafif esintinin serinliği gibi,

Nasıl demeli?

Kar gibi.

15.10.11

Alarm

Aradığın şey burada yoktur.

Burada yalnızca sen ve ben varız. Dışarıya bak. Dışarıda soğuk bir rüzgar, rüzgarın yaladığı bir dünya ve yüzlerde donuk birer acelecilik var.

Burada yalnızca sen, ve ben varız.

Uzaklardaki bir gemi belki, belki de bir böcek. Gözlerin göremediği için ufkun devamını, orada senin hayal gücün var.

Aradığın şey sevdiğinse evlat, burada ayrılığın soğukluğu var sadece. Ama korkma, bize sevdiğinden daha yakın bir de ölüm var ve ölümün nefesi ayrılığı çatlatır iğrenç soğuğuyla.

Burada, ayaklarının hemen altında insanlığın doğduğu, ilk günahın işlendiği yüce dünyanın küçücük bir parçası var.

Cesaretinden başla aramaya, eğer yerindeyse cesaretin her ne olursa olsun aradığın şey, aramaktan vazgeçme sakın. Eğer yoksa cesaretin olması gerektiği yerde, o önce onu toplayacak birini aramakla başla işe.

Burada yalnızca sen ve ben varız.

Aramayı bırak. Yüzünde sahte bir yorgun savaşçı ifadesiyle otur bir köşeye ve ezdiğin çimenlerin kokusunu çek ciğerlerine. Dua et. Dua et ki doğa ana senin bu acınası durumuna ve sahte gülüşüne aşık olsun da emeğini beklemeden seni doyursun.

Kaçmayı düşüneyim deme sakın. Ama eğer bir kere bile aklından geçirdiysen bunu, 'yanlış mı yapıyorum?' diye duraksayıp arkana bakmadan bacaklarının el verdiği hızla koş. Soru sormak acıtır, tıpkı aşk gibi, ve sen de acıyan canınla çok fazla uzaklaşamayacağını biliyorsun kaçtığın her neyse.

Aradığın şey burada yoktur evlat. Burada yalnız sen varsın. Artık aç gözlerini, yoksa okuluna geç kalacaksın.

11.10.11

7. Fikir

Merhabalar.

Sahaftan aldığım kitaplardan birinine üç adet not düşülmüştü kurşun kalemle. Bu üç notu da beğenmedim aslında, gerçi yazan da ben beğeneyim diye yazmamış ya. Neyse efendim bu notların üçüncüsü kitabın arkasındaki son iki boş sayfayı doldurmuştu. Bakın aynen yazıyorum aşağıya:

"Henüz, hayata ve insanlara dair gözlem yapma olanağı bulamadığım için, yazamıyorum. Bu, kalbimi kıran, daha da önemlisi pırıltımı yok eden, üzerime karanlık gibi çöken, huzurumu kaçıran acı bir gerçek ya da gerçek bir acı. Düşüncelerim... Benim yoksul süvarilerim. Sahiplenmeyi bekleyen ölü ruhlarım. Bekleyin, sizi almaya geliyorum. Yaşatmaya, sahiplenmeye.

İki düşünce arasında, birbirinden bağımsız, alakasız, iki düşünce arasında köprü kurmak hayat kurtarmak kadar zor. Kazanmak zor, ama kaybetmek kolay.

Düşünüyor; hikayem nerede başlıyor, ne zaman başlıyıp, ne oluyor, kim giriyor hikayeme ya da ben hayatına girerek kimlerin hikayesine dahil oluyor. Düşünüyorum, neden seni tanıyorum ama kendime ulaşamıyorum? Ben beni niye arıyorum. Bölünmüş bir parça mıyım yoksa ikiye?"

Evet, hafifçe sararmış iki sayfada bunlar yazıyordu. Bütün bu yazılanlardan bir, tek bir cümleye içtenlikle katılabiliyorum: "Kazanmak zor ama kaybetmek kolay."

İlk çağ insanı diğerlerinin arasında hayatta kalmak için üstün olmak zorundaydı. Bunda anlaşılmayacak bir şey yok, görgü kurallarının olmadığı bir ortamda insanın karnını tok tutabilmesi için hem yemeğe ulaşmayı, hem de sımsıkı tutup kimselere kaptırmamayı öğrenmesi gerekirdi.

Şimdi ne değişmiş olabilir? Çok şey değişti kabaca bir bakacak olursak, fakat değişen şeyler sadece koşullar, içimizdeki hayvani güdüler ve kurallar hala aynı.

Kimin daha çok yemeği varsa o konuşurdu, şimdi ise parası olan konuşuyor. Kim daha kuvvetliyse o koyardı kuralları, şimdi ise statüsü yüksek olan koyuyor. Kim daha hızlı koşuyorsa o kaçabilirdi, şimdi ise en hızlı arabaya sahip olan kaçıyor.

Sonuç değişmiyor.

İnsanı ayakta tutan, daha da önemlisi insanlığı ayakta tutan şey, yine insanların içindeki mağara adamı. Ekonomi öncelikli olarak ihtiyacımız olan harcamalar sayesinde dönüyor. Küçük bir denklem kuralım:

İnsan yaşar.
Yaşayan insanın ihtiyaçları vardır. Bunlar karşılanmazsa insan ölecektir.
İhtiyaçların karşılanması sonucunda insan rahat eder.
Rahat eden insan  ihtiyaçlarından fazlasını ister.
İhtiyaçlarından fazlasını isteyen insan bunun için çaba harcar.
Çaba harcayan insan istediğini elde eder.
İstediğini elde eden insan mutlu olur.
Mutlu olan insan bir süre sonra sıkılır.
Sıkılan insan elindekilerden fazlasını ister.
Elindekilerden fazlasını isteyen insan çaba harcar...

Bu örnek böyle bir döngü içinde devam ediyor. Yani:

Senin bir insansın ve elinde X kadar para ve U işi var .
Sen böyle yaşarken X kadar paranın üstünde bir ß aleti beğendin.
Bunun için U işinde çok çalıştın, gerektiyse de U'dan daha fazla para kazandıran bir işe girdin.
ß'yi aldın.
ß'yi yapan firma, 1 yıl sonra daha yeni, daha güzel -ve 3X fiyatında- bir ß yarattıklarını açıkladı.
Sen de bu ß için U işinde 3 kat daha fazla çalıştın.
ß'yi aldın.
Ve firma sonraki kış sezonunda yeni ve gelişmiş bir ß daha yarattı.
...

Örneği anlatabildim mi? Sonu olmayan bir merdivenin basamaklarını tırmanıyoruz ve işin kötüsü bu merdiveni de biz yaratıyoruz. Mutlu değiliz.

İşte, birisi bana "Para neden insanı kendine köle eder?" diye sorsa bunları söylerdim. Çünkü bana göre insan çok parasının olmasını sever, ama bu paraları arka cebinde dursun diye sevmez. Şüphesiz harcayacak ya da biriktirecektir, ve ikisinin de bir sonu yok, bu yüzden daha çoğu için savaşacaktır da.

Sana hak veriyorum kitaba notlar düşen adam. Yere düşen bir parça yemeğinin üzerine atlayan , hatta elindekini yere düşürmek ve ona ulaşmak için plan kuran bir sürü kendin gibi insanın arasında yaşarken kaybetmenin bu kadar kolay, kazanmanın ise bu kadar zor olmasından daha doğal ne olabilir?




25.9.11

Solo - 3

*Hata yaptığında üzülmeyeceğin bir başkasını hata yaparken oturup izlemek çoğu şeyden daha zevklidir; çünkü yaptığı hatada senin hiçbir suçun yoktur ve tek suçlu o olduğu için ona istediğin kadar söylenme hakkına sahipsindir.

*Yeni insan demek, yeni zaman kaybı demektir. Ve evet, zamanımızı güzel şeyler uğruna harcamayı severiz.

*Biz sıkıştığımızda nasıl tuvalete çıkıyorsak, mutluluğumuz da bu ihtiyacını yüzümüze gülümseme bırakarak yapar.

*İnsanlara göründüğümüzden çok daha mükemmelizdir aslında, çünkü her seferinde ya o insan tamamıyla yanlış bir zamanda gelmiştir ya da her şeyi yanlış yorumlamıştır.

*İlhamı beklemeyin, çünkü o bir damacanada bekler ve pompaya çok bastığınızda siz istemeden taşacak olan sudan farklı değildir.

*Kalıplarına göre yaşamaktan pişman olmayacağınız tek şey, size uygun kot pantolonu giymektir.

*Ne zaman canınız yanıyorsa, o zaman size en yakın insan ayağa kalkıp bağırdığınızda duymayacak uzaklıktadır.

*En değerli şeyinize yaklaşan tehlikeyle görüşünüzün bulanıklaşması doğru orandadır.

*Aşk, ağızla söylenmez. Ağzınla içmiyorsun ki!

*Sen bu satıra gelene kadar sözcükler soğudu, tadı kaçtı. Yoksa nefisti, gerçekten.

Yanlış Tahmin (ya da bir başka açık mektup)

Şu anda ya yoldasın ya da vardın oraya. Gerçi ne değişecekse, kayıplardasın sonuç olarak. Çok sık görüşen insanlar olmadığımız için (bu sıkılık derecesini ikimiz de gayet iyi biliyoruz) pek bir farkı yok önceki günlerden benim için. Fikir biraz koyuyor olabilir ama olsun, senden önce de yaşıyordum, büyük ihtimalle sonra da yaşayacağım.

Öncelikle şunu belirtmek istiyorum: Bu yazıyı üzerine alınacak onlarca kişi tanıyorum. Okuyacaklar ve üzerlerine alınacaklar. Hatta şu satırı okurken bile yazının kendilerine olduğunu düşünecekler. Bu saçma karışıklığı gidermek için söylüyorum, varlığından haberdar olan tek arkadaşım Bulut diye seslendiğimiz çocuk. Bir tane daha var ama onu da yazarsam işin gizemi yok olur.

Kart atıver sana zahmet
Sorunlarını kendi kendine yaratan bir manyaksın. Çünkü inanıyorum ki, her insan evladı sorunlarının bir kısmını kendi kendine yaratıyor. Çocuk sahibi olmak da sorun satın almak gibi mesela. Neyse, sana manyak diyorum ama alınmayacağını da biliyorum, çünkü her şey anlattığın gibiyse şu anda benim bunu dememi, birinin "ya ne alakası var yhaaa" şeklinde tesellisinden çok bunu dememi istiyorsun. Triplere girmene gerek yok sadece, çok farklı bir durumda değilsin diğer insanlara göre. Zaten her tür insanı barındıran, her tür insan topluluğunun yaşadığı bir şehirdesin, benden daha iyi biliyor olman lazım "sürü psikolojisi" olayını. Sen de bu psikolojiye dahil olup mutlu olabilirdin hiçbir şey düşünmeyerek, eğer sürüden biraz uzakta otluyor olmasaydın.

İnsanlardan soğumak, zamanında yüzünü görmeyi sevdiğin insan sana sarılmak istediğinde ittirmen gibi bir şey. Geçicidir de aynı zamanda. Sadece bazen o kadar uzun süreli oluyor ki, o geçmeden senin ömrün bitiyor. 

Yolculuk, parayla satın aldığın transtır. Şaka yapmıyor ya da abartmıyorum, gerçekten beyin üzerinde böyle bir etkisi vardır. Bu yüzden insanlar bazen nereye olursa olsun, sadece seyahat etmeyi isterler. Yolun açık olsun.

Her sene erteliyorsan yapacaklarını, hayatı da erteliyorsun demektir; tek sorun, yaşayacağın kısmı erteliyorsun, ve erteledikçe de sınırlı zaman ibresinde sınırsız yapabileceklerin ucundan biraz biraz kırpılıyor. Bu dediğim yüzünden dolu dolu yaşamak çok zor. Yoksa kolay.

Tabi ki, canının istediğini yaparsın giyersin.

Hiç kimseye değer vermemekte de özgürsün, sadece insan bir diğerini arıyor, yoksa kafayı yersin. Gülme, ben lafımda gayet ciddiydim.

Bazen düşünüyorum, keşke sana aşık falan olsaydım da özlemem için bir neden olsaydı. Ama yok işte, yok seni özlemem için sana dayalı bir neden. Belki sevimli tavrın beni mutlu ediyor, belki de kasılmadan muhabbet edebildiğim sayılı insan evlatlarından biri olman. Belki de daha önce de söylediğim gibi, sırf bir süreliğine de olsa konuşmamız sona erdiğinden bu kadar satır yazdım. Olsun, ben de böyle rahatlıyorum.

Eğer gerçekten bama söylediğin yere gitmiyorsan ve hiç kimse de sana şu soruyu sormadıysa ben sorayım:

-Nereye gidiyorsun .mına koyayım?

24.9.11

Bencil Miyim?

Merhaba sevgili okur, eğer sen de izin verirsen, içimi dökmek istiyorum sana.

İyi bir insan olduğumu düşündüm hep. Aslında iyi olmayı değil de, takdir edilmeyi istedim, ve takdir edilmek için de iyi olmak gerekiyor. İyi olmayı isteseydim eğer, iyilik yaptıktan, ya da iyi bir şey yaptıktan sonra "hey bakın ne yaptım!" konulu hal ve hareketlere bürünmez, sessizce yapar efendi gibi otururdum yerime. İyi olduğu için iyi olanlarınızı gözlerinden öpüyorum bu yüzden.

Takdir edilmek, omzumun sıvazlanması neden bu kadar mutlu ediyor beni? Günün kahramanı olacağım için mi, yoksa ihtiyaç duyulan olacağım için mi? Bence ihtiyaç duyulan olacağım için.

Geçen gün halamla muhabbet ediyordum. Çok güzel bir şey söyledi. Zaten büyükleri dinleme taraftarıyım, dikkatli dinlersen onların yıllarla satın aldığı önemli bilgileri erkenden ve bedel ödemeden alabiliyorsun. Neyse konumuza dönelim, halam biz konuşurken çok güzel bir saptamada bulundu. Şöyle dedi:

"İnsanlar ihtiyaç duymadığı sürece yaptığın iyilik hiçbir şey onlar için. Ne zaman onların işine yarayacak bir zamanda iyi olursun, o zaman saygı duyulan bir insan olursun. Çok fazla iyilik, çok fazla yetenekli olman insanların hoşuna gitmez. Şimdi sen tıka basa dolu olsan, karnın tok olsa, benim sana ustasından getirdiğim, mis gibi iskender hiçbir şey ifade etmeyecektir senin için. Ama sen açken sana bir parça simit versem, bundan çok mutlu olursun. O yüzden insanlar istemedikçe, iyi olma, ekstra çaba harcama."

Gözlerinden öptüm senin de halacığım, valla doğru demişsin.

Ekstra çaba harcama noktası önemli bir nokta. Çok fazla iyilik insanların hoşuna gitmez de önemli bir nokta. Simit, iskender benzetmesi de önemli diğerleri kadar. Sırasıyla açıklayayım:

Kaybedenler Kulübü'nde bir söz vardı, gerçi çok ara bir replikti, hatırlayanınız olur mu bilmem ama replik "komşunun çimleri sana her zaman daha yeşil görünür." dü. Neden? Kendi çimlerimize sahip değil miyiz zaten? Bizde böyle bir açgözlülük, "daha da fazlası!" isteği yok mu zaten? Ee, o zaman, neden elimizin altındaki şey önceliğimiz olsun? Son bir soru, önceliğimiz olmayan şey önemli olabilir mi?

Dediğim gibi. Ekstra çaba demek, daha çok iş, daha az takdir demek. Bu olay çok konuşan bir insanın kendini yerinde konuşan insandan daha az dinletmesine benzer. O zaten konuşacaktır, peki ya diğeri, diğerinin ağzını bir daha ne zaman açacağı belli mi? O zaman bırakın onu dinleyelim. Sınırlı olan her şey değerlidir, çünkü insanlar hayatı bile bir sonu yokmuş gibi yaşarlar. Ve bu yüzden de herhangi bir şeyin sonu geldiğinde derin anlamlar yüklenir, büyük laflar edilir. Herkes şair kesilmiştir. Çünkü, o son gelmeden önce biteceği hiç düşünülmemişti. Dikkat edin, başarılı sporcuların son maçları, müzik gruplarının son konserleri çok gözdedir. O son gelmeden binlerce maç yapıldı, yüzlerce konsere çıkıldı, peki bu arada nerelerdeydin sen de en sonuncusuna kaldın?

Sınırımız olsun. İnsanlar daha fazlası için ter döksün, güzel bir iki söz söylesin. Bir örnek daha verebilirim: eğer vereceklerimiz sınırlı olursa değerli de olur. Reggie Miller 9 saniyede 8 sayısını sadece bir maçta atmıştır mesela. Ferhat ve Şirin'in sevgisi dağları delecek kadar farklı olduğu için güzeldir. Bu tür şahanelikler tekrar etseydi sıradan olurdu. Biz de o şahanelikleri toplam 2-3 kere yapmayacak mıyız? E o zaman neden özel olmayalım? Neden övgü almayalım?

Çok fazla iyilik insanların hoşuna gitmez demiştik. Bizim çok fazla iyi olmamız, çok fazla iyi olmayanları başkalaştırır, başka, daha düşük bir sosyal gruba iter anında. Onlar yapamıyor kısmındadırlar, biz yapıyor. İnsanlar kendi yapamadıkları şeyleri karalamayı çok severler, çünkü kendi ayıplarını da karalarlar bu yolla. Bu yüzden çok fazla iyi olmak hoşa gitmez. Sınfın en çalışkanı, en iyi notlar getireninin her sınav dönemi kötü bakışlara maruz kalmasından pek farklı değil bu. Ortalıkta "ben iyiyim" diye dolaşmaktansa, söz sendeyken olabildiğinin en iyisi olmak en güzeli. Bunu yapman kötü bakışları durdurmaz, sadece azaltır, ve biz de mümkün olduğu kadar az hasar almaya çalışıyoruz.

Şimdi simit - iskender ikilisine gelelim.

Bunu diğer örneklerimde neredeyse tamamen anlatmıştım. O yüzden tek bir cümle daha söylemem yetecektir: Camdan biri düşmediği ya da insanların canı sıkılmadığı sürece, senin uçabiliyor olman başkalarının neden umrunda olsun ki?

En başa dönelim. Bence ben, ihtiyaç duyulan olmak istiyorum. Nedeni de çok basit, aslında ne kadar mükemmel bir kişilik olduğumu bana söylesinler istiyorum ve bunun tek yolunun da mükemmelliğime ihtiyaç duyulması olacağını biliyorum. Bu ego hepimizde vardır, mükemmel olduğumuz için değil, beynimize öyle olmadığımızı anlatmak çok zor olacağı için vardır.

Böyle bir kaygımız olmasa, insanların arkamızdan ne diyecekleri çok umrumuzda olmazdı. Zaten bu hayata bir kere geliyoruz, onda da bir tane vücuda ve ruha sahibiz. Paylaşamayacak kadar az şeyimiz var yani. Bencil olmuşuz, kötü olmuşuz kimin umrunda? Omzumuz sıvazlanmaz sadece.

Sevgilerimle...


                                                                  

23.9.11

Köpeğin Fikri

Şehrin dışında sayılabilecek bir yerde, pembe duvarları olan büyük bir villa vardı. Bu villada iki tür canlı yaşardı: bu türlerden birini sahipler, diğerini ise Boncuk oluştururdu. Tamı tamına üç tane sahip vardı villada. Bu sahipler pembe duvarların içinde yaşarlar iken, Boncuk ise kendisine yapılmış olan ahşap rengi kulübede uyurdu. Sahipler gibi değildi Boncuk, onlar gibi kapalı bir yerde bütün hayatını geçirmek istemezdi ve geçiremezdi de. Sahiplerden biri boynundaki soğuk demiri çözdüğünde geniş ve yemyeşil çimlerle kaplı bahçede yuvarlanır, koşar, oynardı. Yalnız bahçeden çıkmaya cesaret edemezdi, çünkü çıktığında sahipleri Boncuk'un canını yakıyorlardı. Bu villada söz sahibi kişi sahiplerdi.Sahipler isterse Boncuk yürür, istemezse yürümezdi.

Ne kadar şehrin hemen yanında da olsa, Boncuk'a göre dışarısı sınırsız bir boşluktu, çünkü yeşil çimlerden ve beyaz çitlerden dışarı sadece yirmi saniyeliğine çıkmıştı ve bu yirmi saniye nerede olduğunu anlamaya çalışmakla geçmişti. Bu yüzden hayatı yeşilliklerin bittiği yere kadardı.

Bir akşam beyaz çitlerin dışından bir köpek geldi. Yabancıydı, Boncuk onu tanımıyordu. Yavaşça yanına yürüdü köpek. Boncuk da zincirin izin verdiği kadar yaklaştı köpeğe. Köpeğin ağzında beyaz bir şey vardı. Tamamıyla yabancı bir köpek ağzında yabancı bir şeyle geliyordu ve Boncuk bundan korkmamıştı. Aksine köpeğin kokusu ve tüyleri çok hoşuna gitmişti. Birbirlerine yaklaştılar, Boncuk onu kokladı, o da Boncuk'u. Dönmeye başladılar birbirlerinin etraflarında. Boncuk kuyruğunu sallıyordu,her iyi hissettiği zamanda istemeden yaptığı gibi. Yabancı da kuyruğunu sallıyordu. Sonra durdu ve Boncuk'un burnunu yaladı. Boncuk ise kuyruğunu daha hızlı sallıyordu.


Derken sahiplerinden biri pembe duvarların arasından koşarak çıktı. Hiçbir zaman anlamadığı sözcüklerin benzerlerini bağırıyordu ve kendi üzerine doğru geliyordu. Boncuk önce korktu, ama sonra sahibinin gözlerinden kendine değil diğer köpeğe doğru koşuyordu. Köpek bunu fark etti ve beyaz çitlerden atlayıp uzaklaştı. Bu arada, ağzındaki beyaz şeyi düşürdü.

...

Bu garip olayın üzerinden üç şafak geçmişti ve Boncuk o beyaz şeyi kemirip duruyordu. Daha fazlasını istiyordu, daha fazla beyaz ve sert şeyden olsun istiyordu.

Dilekleri kabul olmuştu. Ağzındaki kemiği gören sahipleri iki günde bir kemiğini tazeliyordu Boncuk'un. Boncuk ise büyüyordu, ve daha büyük kemik istiyordu.

Bir gece, pembe duvarların saçtığı ışık ve sıcaklığın karşısında uyudu. O gece çok mutluydu, çünkü bütün çimler parlıyor ve Boncuk'u ısıtıyordu.

Sonra nedense sahipleri ona yemek vermemeye, en önemlisi de kemik vermemeye başladı. Akıllı bir köpekti Boncuk, anladı bir daha gelmeyeceklerini. Akşam kemikleri atmışlar, sabah yenisini vermek üzere uyumuşlardı. Evet, Boncuk açtı.

Altıncı şafak söktüğünde Boncuk, tamamıyla içgüdüsel olarak ön bacağını ısırmaya başlamıştı. Canı acıyordu, ama içinden bir ses bunu yapmasını söylüyordu. Siyah tüyleri o bölgede koyu kırmızıya dönmüştü. Siyah tüyleri parçalayana kadar ısırdı. Sonunda o beyaz ve tanıdık şeye ulaşmıştı.

O günü hatırladı. Yabancı köpek gelmiş, ve gitmişti. Ona kemiği öğretmişti. Boncuk, aşık olmuştu kemiğe. Belki de köpeği sadece ağzındaki kemik yüzünden sevmişti ilk anda. Onu özlemiyordu, sadece kemik istiyordu.

Gözleri kapanmak üzereydi. Bacağını kemirirken gözleri kapanmaya başladı. Sonra yabancı köpeği gördü kulübesinin kapısında, ağzına kemik vardı. Hayır hayır, o yürüyen bir kemikti, en büyük ve güzel olanıydı...

16.9.11

Haiku Denemeleri

Saygılıyız ama
Ama sadece iş,
"Görüşürüz" e geldiğinde

Yağmur yağmadıkça insan
Ne kuru bir sandalye arıyor
Ne daha ıslak birini

İki nokta arası
Sonsuz uzaklık
Diğer ucunda sen varsan

Yarın nedir ki?
Saniyeleri öldür,
Saatleri parçala.

Pamukta yaşıyor
Filizleneceğim diye,
Fasulye misali naz yapıyor.

Dünya büyük değil,
Sadece ucundan azıcık
Paçalarını kısaltmamız lazım

Hayat çok yakışıyor,
Şuh kahkahaya
Emin adımlara

Kendin gibi ol,
Ya da bana bak,
Orada ne görüyorsan.

Susmaksa hakikat
Sus hadi
Ruhun yokmuş gibi.

Hazır adını yazdım
Kırmızıyla da geçmişken
Kendiminkine el atmalı

Münasebetimiz hep senli benli,
Saygı yok aramızda,
Yoksa sığmıyor mu?

Hep kandırmaca zaten.
Ucundan alacağız dediler,
Pilava atacak kadar aldılar.

Dışarıdan öküz gibiyimdir ama,
İçimde Dingo'nun ahırı var,
Bütün hayvanları kullanabilirsin.

Zenci nedir ki,
Daha da yozlaşıp
"Afrikalı" diyebilecekken?

Anlam mı arıyorsun?
Bana bakma,
Harcadım ben hepsini.

Acı acı haykır
Öyle gerçekçi olsun ki
Öksürt beni.

Senin ilacın benim,
Haftada beş gün
İkişer ölçek

(17 hece kuralına uymadım, haklısınız)

15.9.11

Zor'a Mahkum

Her şey güzel olacak.

Evet, sonunda da olsa güzel olacak..

Ölüm hakkında bir yazı yazmıştım sanırım. Şimdi biraz daha detaya girmek istiyorum bu mutlak sonuç hakkında.

Öncelikle şunu söyleyeyim: Mutlak sonuç yok. Varsa bile, bizlere yok.

Mutlak sonuç nedir? Bir kere bunu bünyemiz kabul etmez. Mutlak son, mutlak sonuç, hep acı verir. "Peki şimdi ne olacak?" diyorsak, -ki diyoruz-, bir işi yaptıktan sonra "şimdi ne yapmalıyım patron?" diyorsak, -ki diyoruz-, canımız sıkıldığında "yemek bittikten sonra ne yapabilirim?" diyorsak; -ki diyoruz- mutlak son fikri bize koyuyor demektir. Öldükten sonra fişimizin çekileceğini düşünsenize bir. Peki şimdi ne olacak? Hiçbir şey olmayacak. Evet, hiçbir şey, ne bunu düşünecek bir beynin, ne de sonrasını dolduracak bir zamanın olmayacak mesela.

Mutlak son yoktur. O yağmurun ıslattığı toprağın hoş kokusu, fısıltıların sessizliğini yırtan o uzaktaki arabanın sesi, babanın o yaşlı ama donuk gözleri, gömülen bedenin hareketsizliği o anla beraber yok olmamıştır aslında. Olmuş olsaydı, bunu konuşamazdık, değil mi? Bu düşünceler seni taciz ediyor, acı veriyorsa, mantığını kaybetmeyi dile. Kaybettiğini düşle ardından, bir daha asla böyle düşüncelerin altında ezilmeyeceğini. ASLA... Kötü bir fikir mi? Dediğim gibi, mutlak sonuç, hep acı verir.

Unutulmak...  Sen eski sensidir aslında, suç sende değildir; ama şunu düşün, ya unutanın suçuysa? Peki ya ikiniz de masumsanız, ve sonsuza kadar sürecek olan zaman unutturmuşsa O'na seni? Yanılıyorsun, hata yapmadım. Zamanın sonsuza kadar süreceğine eminim, çünkü zaman bittiğinde sonsuzluk da bitecek.

Bir amcam vardı benim. Çok özür dileyerek düzeltiyorum: Bir amcam var benim. Olmuyor işte, sonsuza kadar yok olmuyor. Olmadı. Olmasın. Çünkü O, hatırlandığında adına bir saatliğine göz yaşı dökülmeyi hakkedecek biriydi fikrimce. Öyleyse daha sık gel ve al benden bu mikro ağırlıkları, hepsi senin olsun.

Bir de pusulanın öbür tarafı var tabi.

İyimser olalım. Daha doğrusu umutlu. Öldükten sonra, ruhlarımız karşılaşabilir mesela. Ya da biriniz beni uyandırıp "amma uzun uyudun" demesi ve kayıp namına verdiğim ne varsa sağ köşemde görmem de pekala olabilir. Yaratıcı olalım; belki de bu dünyayı beyinlerimiz yaratmıştır. Öyle olmasa da, o ayakta tutuyordur bu düzeni. Aynı anda milyarların ölümü şah-mat ettiklerini düşünmeleri, belki ölümü korkutur, kim bilir.

Elbet bir gün buluşacağız,
bu böyle yarım kalmayacak
ikimizinde saçları ak,
öyle durup bakışacağız…

Bilmemek mi en iyisi? Sonunda öleceğiz. Her şey, hayat hakkında her şey bitecek. dünyadaki birileri -belki de sadece biri- için anımız yaşasa da, ruhlarımız dimdik ayakta dursa da, az önce dediğim gibi asla yok olmayacak olsak da, bu bizim umrumuzda olmayacak. Koptuk dünyadan... İşte, bunun böyle olacağını bilmememiz daha mı iyi yoksa? Söylemeseler bize bir gün öleceğimizi, ölüm geldiğinde onunla beraber aniden ve duruma tamamen fransız bir şekilde gitmemiz, daha mı iyi? "O zaman hayatın sınırsız olduğunu düşünüp bütün hayatı bomboş geçirirsin" demeyin lütfen. Öleceğimizi biliyoruz hepimiz (çoğumuz), hangimiz elimizi çabuk tutuyoruz öleceğiz diye?
Hayır, belki bu açıdan değil ama, ölümü bilmek gerekiyor. Mutlak son yoktur, diyebilmek için.

Hep en zoruna mahkum değil misiniz siz de? Kafanda o görüntü, kovalasan da birkaç metreden fazla uzaklaşmıyor, onu görüyor ve acı çekiyorsun. Çok zor değil mi acı çekmek? Değil. Acıya katlanmak bile zor değil, sadece biraz zahmetli. Çünkü ister istemez acıyı da çekiyoruz, acıya da katlanıyoruz. İntihar mı dedin? Kusura bakma abi haklısın, saygılar...

Kendi ölümün değer verdiğinin ölümünden daha katlanılırdır çoğu zaman.

*Peki böyleyse neden önceki yazında bana "en çok, herkesten çok kendisini sever insan" dedin? Bu nasıl mümkün olabilir?

Aslında çok basit bir açıklaması var:

Eğer sen ölürsen, basıp gitmiş olursun. Ama sevdiğin (daha önce de dediğim gibi, sevginin en derinine indiğimde daha doğrusu inebildiğim kadar derinine indiğimde edindiğim fikir, bir insandan çok, onun sende uyandırdığı duyguları sevdiği, onlara aşık olduğuydu) ölür ve sen de hayatta kalırsan, tatlı canın özleminden ve kahrından çok acır. Ölüp acıdan kurtulmak fikri daha kolay ve enteresandır.

"Kaç tanemizin hayatları gerçekten zor?" sorusuna cevap bulmadan, daha temel bir soruya cevap vermeliyiz:

Kime göre, neye göre zor?

11.9.11

İçinde Filizlenmek Geçen Yazı


Bu yazı gerçekten uzun olacak gibime geliyor. Çünkü kafamda yaklaşık 3-4 yazılık bir materyal var şu anda, ve hepsi de tek cümleden filizlenen fikirler.

"Tek cümleden filizlenen fikirler."

*Nasıl yani tek cümle, neyden filizleniyor bu?

Ya aslında haklısın, tek cümle falan değil. Çünkü kendi adıma düşüncelerim "Soysuz şunu şöyle diyeceksin bak tamam mı?" gibi kesin bir komut içermiyor. Dur, lafımı bitireyim. İstisnaları var tabi ki, mesela önemli bir iş yapacaksam, içimden "Kırmızı olanı alacaksın. Sarıyı değil. Kırmızı olanı alacaksın. Sarıyı değil. Kırm..." diyorum, ama takdir edersin ki bu bir "düşünme" değil, daha çok kendi kendine tembihleme. Anne yüzü görmüş olan bizlere annelerimizden bizlere birer yadigar diyelim buna da.

Neyse, konumuza dönelim. Aslında "düşünme" eylemi çok bulanık bir eylem. Neyi düşündüğünü çok rahat ve net görebilirsin, bunda hemfikiriz. Fakat tam olarak "nasıl" düşündüğün kısmı biraz çetrefilli. Hayır, bilimsel olarak değil, sadece, açıklayamazsın işte. Yani ben açıklayamıyorum...

*Abi ne diyorsun, neyi açıklayamıyorsun? Ben düşünce filizlenmesi şeysini bile anlamadım henüz.

Bak, aslında çok basit bir mantık kurarak anlatabilirim sana. Düşünme yeteneğine sahip olduğumuz kesin. Düşünürken neyi düşündüğümüzü de gayet net bir şekilde söyleyebiliriz. (-Metin ne bakıyorsun ebleh ebleh tabağına? +Ankara'yı düşünyordum abla, Selçukların durumunu düşünüyordum. Dalmışım.[Kemalettin Tuğcu romanından bir parça gibi oldu bu da, sağlık olsun.]) Nasıl düşündüğümüzü de küçük bir araştırmayla öğrenebiliriz, ama benim yukarıda dediğim "nasıl" bu değil işte. Benim dediğim "nasıl", insanın "nasıl" sorusuna verdiği cevap... Örneğin içinde bir başka örnek olsun sana:

-Delicesine sevdim sevdiğimi...
+Nasıl sevdin tam olarak?
-Delicesine, çokça.
+Ya işte nasıl delicesine?
-Kör oldum onun aşkından.
+Mesela?
-Mantıklı düşünemedim mesela.
+Yani tam olarak açıklaman gerekirse?
-Abi Allahaşkına siktir git...

Bak. İşte bizim aradığımız "nasıl" da bu. "Nasıl sevdin?" Sorusana benzetmelerle cevap veriyor konu mankenimiz de. Bak mesela az önce rüyanı düşündüğünü söylemiştin. Hah, sen düşünürken kafanda tam olarak ne oldu? Yani cümleler mi belirdi kafanda, yoksa resimler mi? Ya da elektriksel mesajı kafanda hiç yorumlamadan direkt kavradın mı? Bilmiyor musun? Ben de bunu diyordum işte. Nasıl düşündüğünü bilemiyorsun, çünkü bunu yaparken de düşünüyorsun ve bu da seni düşünme sınırları içinde tutuyor. Anlatabildim mi?

*Evet evet. Ee, tek cümleden filizlenen fikirler diyordun, onu da açıklasana bana.

Tabi, seve seve. Benim orada demek istediğim, kafamda 3-4 ayrı konu hakkında tam olarak bir cümle haline getirip soramayacağım sorular var. Çalışılıp ezberlenmemiş öykü gibi; anlat desen, tam anlatamam.

Az önce bir arkadaşımın blogunda dolaşıyordum. Blogunda yazdığı ilk yazısına göz attım.(çok severim bloga girilen ilk yazıları okumayı, pek kibardır, pek ezilir büzülür genelde "blog açtım, hoşgeldim" şeklinde yazılar yazanlar. Zaten fark ettiyseniz blogumda böyle bir merhaba yok) İyiydi, hoştu ama benim bunu anlatmamın asıl sebebi yazının güzelliğinden çok, dikkat çektiği fikirlerden biriydi. Evet, bu yaptıklarının aynını ben de yapıyordum. Bu sorun değildi, ama biri bana bu yaptığımı sorduğunda, onun da blogunda yaptığı gibi "bana özgü bir özellik işte bu" şeklinde biraz da kasılarak, yüzümde gülümsemeyle anlattığım bir şeydi. Ve onunla aynı şeyi yapıyorduk.

Söylediğim gibi, bana koyan şey o olayın aynını yaşıyor olmam değildi, bunu bir nevi marjinallik olarak anlattırken aslında işin olağanlığını, basitliğini ve sıradanlığını görmemiş olmamdı.

Ben de çok severim yan profilden gökyüzüne bakıp gözlerimi gökyüzünde uzak bir noktaya odaklanırken gülümsemeyi ve "evet öyle yetenekli bir insanımdır" demeyi. Sonuçta, bu da bir ihtiyaç. Yokluğu işkence olan her şey gibi bu da bir ihtiyaç. Şunu anlamıyorum: Neden biri benim hakkımda ne bileyim mesela "çok düşünceli bir çocuktur, ince fikirlidir" dediğinde sorun olmuyor ama ben aynı şeyi kendim hakkında birine söylediğimde, hatta bunu düşünen o birine bile söylediğimde küstah yaftası yiyorum(size bununla ilgili sıcacık bir örnek vereyim, ben tırnak içindeki "çok düşünceli bir çocuktur, ince fikirlidir" kısmını yazarken, bu örneği verirken bile yaklaşık 3 dakika düşündüm "buraya ne yazsam da küstahlık etmemiş olsam, tepki almasam" diye.) ?

Kendini övmenin hoş karşılanmadığı bir yerde sıradan olduğunu iddaa etmek, ya da en azından kendi vasıflarını dile getirmemek en güzel yol şüphesiz. Peki, ya gerçekten sıradan değilsen sevgili okur? O zaman; sıradan olmadığın ortaya çıkınca "hani sen de bizler gibiydin?" yakınışıyla karşı karşıya kalmaz mısın? İnsanlar kendi beceriksizliklerinin bilincinde olduğu her konuda harikalar yaratanları kirletmezler mi gerek düşünceleri gerekse tavırlarıyla? Peki ya ben, "insanlar" topluluğunun içinde olmama rağmen nasıl kendi yansımamıza yüzlerce fit uzaktan bakıp genelleme yapabiliyorum?

Yazı uzun falan olmadı. Çünkü ben yazarken on kere başından kalktım ve sadece tek bir materyali işleyebildim. Zaten verdiğim linklerle de tekrardan ibaret olduğumu gördüm, ona üzülüyorum. Geçer, değil mi?

Arkada Çalıyordu: Pivot - Make Me Love You


Videoyu da iliştiriyorum aşağı:

6.9.11

Çocuk

Hayır çocuk, hayır! Senin çizgin orası. Oradan bir adım bile gelmeyeceksin. Çizgilerini çizmeyi öğrenmedin, ben çizeceğim.

Hayır, çocuk! Seviyorum seni elbet, ama sana bir şey olmasına izin veremem. Seni göremeyecek olma düşüncesi bana çok, ama çok acı veriyor. Ben bencil miyim çocuk?

Ben ne cani, ne de katilim çocuk! Korkma benden, izin ver seveyim seni, öpeyim kokunu içime çekerek. Bilmiyorum, belki de katilim, katlettim mi senin çocuksu mutluluğunu, rahatlığını? Yaşlandırdım mı seni, küçük bedenine çok mu sorumluluk yükledim yoksa çocuk?

Hataların var çocuk! Ben ise salak gibi onları bir bir düzeltmeye çalışıyorum, kendime ait düzinelercesini düzeltmeden önce.

Önceliğim sensin çocuk! Hayatımın sonunu aşağı yukarı kestirebiliyorum, ama sen daha yolum başında bile değilsin. Senin yaşamını kendiminkinin eksikleriyle doldurmak isterdim çocuk, ancak "benim söylediğim gibi olmanı" istiyorum senden. Kendi sonum beni rahatsız ediyorken, aynı sonu sana biçmek çok mu aptalca çocuk?

Çirkin duyguları tecrübe etmemiş birisin henüz. Bundan mı bu teninin pürüzsüzlüğündeki güzellik çocuk? Yoksa arınıp yılların getirdiklerini atma düşüncesi mi senin masumiyetini bana güzel gösteriyor?

Bana gülümsemeyi öğret çocuk! Çünkü ben, kendiminkileri yalandan olanlarıyla tükettim.

Çocuk, seni güneşten, sinekten, dışarıdan, sokaktan, mikroptan koruyoruz. Senin narin bedenine gelmesin diye bütün bunlar, vücudumuzu önüne siper ediyoruz çocuk. Acaba silik bir adam mı olacaksın? Peki ya ben, sırf senin bende uyandırdığın duygulara aşık olan ben, kurşuna dizileceğinde, atlar mıyım önüne, eder miyim kendi bedenimi seninkine siper? Peki ya öldüğümde, bu duygular zaten yok olmayacak mı delik deşik bedenimle,birlikte toprakta? Senin için ölene kadar kanayacağım düşüncesi mi daha katlanılmaz, yoksa paramparça olarak asla kanayamayacağım düşüncesi mi? Yol göster bana çocuk!

Ben, senin sahip olduğun asaletten düştüm, çocuk. Masum değilim, günahlarım kanatlarımı yaktı; ve ben de, buradayım işte, seninle konuşuyorum.

Seni seviyorum çocuk.

Düne inanamıyorum. Bütün geçmişin gelip geçmiş olduğuna, ve bu dönemi beynimin ne kadar özet geçtiğine inanamıyorum. Yarının da geçeceğini, seninle konuşurken dakikaların geçmiş olduğuna da inanamıyorum. Gücün benden geçtiğine de inanamıyorum çocuk. Aslında inanıyorum, ama tahammül edemiyorum; çünkü benden geçen ilk şey tahammüldü.

Aşk şarkılarından bıktım çocuk. Kafamı yaslayıp mükemmel eşi düşlemekten bıktım. Aşk'ın bu kadar sömürülmesinden de bıktım çocuk. Ne olur bana söz ver, özel olan duyguları özel bırakacaksın. Ah, kusura bakma, kendi yolunu kendin çizmelisin. Belki böylece nefret ettiğim bir adam olursun ve ne bedenimi gelen kurşunlara siper etmek zorunda kalırım, ne de yasını tutmak.

Elimden tutabilirsin çocuk; ama sadece ilk ayağa kalkışında. Çünkü benim elim, senin düşmeyi öğrenişinin şerefine sana uzanacaktır.

Başkaları hakkında rahatça genellemeler yapabiliyor, kesin yargılara varabiliyorum, ama iş kendime gelince kilitleniyorum çocuk. Konuş, ne dediğinin önemi yok, tamamen kendine özgü cümlelerin bir nebze mutlu eder belki.

Ah çocuk, sen çocuk, ben senden çocuk... Bunları sana anlatıyorum, üstelik çocuk olduğunun altını çiziyorum. Sanırım seni ciddiye almıyorum; ama saygı duyuyorum, çünkü ben senin gibi içten gülmesini bilmiyorum.

3.9.11

Yazlığın Sifonu Bozuktu

"O ne" diye sorsanız,
Alacağınız cevap "bok"tu.
Bana soracak olsanız,
Onun adı Soe'ydu.

Başta tek parçaydı,
Sevdiğinin gözleriyle,
Nefes alır, yaşardı.
Ve herşey, çok yemekle başlardı.

Sevdiğiyle tek vücuttu,
Geçmişi düşündü;
Eskiden baharatlı sucuktu.
Dana olduğu da olmuştu.

O günü beklerdi hep,
Kaçacak ve dalacak,
Serin sulara yelken açacak,
Ve yeniden doğacaktı...

Olmadı, zaten hayatla kavgalıydı,
Bir ayrılık kaldıramadı.
Olmadı, zaten hayatta yaşadığı toplam;
2 saat 4 dakikaydı.

Korkunç güne başlarken,
Sadece "hissetti" sevdiğini.
Öpmek, sarılmak gibi şeyler,
İnsanca, pek acizce şeylerdi.

Çıkarken umutluydu,
Tabi dalacaklardı derinlere,
Ne kıskançlık, ne de herhangi bir duygu,
İnemeyecekti onlarla, o derinlere.

Büyük gün geldiğinde,
Soe, tembihledi sevdiğine:
Bana yakın dur,
Tazyiğe uzak.

Önce çıktılar oradan,
Atladılar ve daldılar,
Tek sorun, iki parçaydılar.
Çok ama çok zayıftılar.

Sifon çekildi,
Tazyiksiz suda kayboldu sevdiği.
Sue hala oradaydı,
İki,sadece iki damla ağladı.

O iğrenç yaratık Soe'ya baktı,
Hayır, sue bu adamdan çıkmış olamazdı,
Hele sevdiği,
Bu güzelliğe bu sahip günahtı.

Adam bir daha sifona bastı.
Soe ise yine ayaktaydı.
Savaş içeride başlamışsa,
Zafer dışarıda alınmalıydı.

Bir kova su geldi,
Soe kendini kaybetti.
Ne gücü vardı, ne nefreti.
Aşkını da alsanız, baştan ayağa üryan idi.

Soe bir döndü, iki döndü.
Sonra istemeden daldı derinliğe.
Umrunda da değildi aslında.
O gitmişti, tek başına mı savaşacaktı?

"O ne" diye sorsanız,
Alacağınız cevap "bok"tu.
Bana soracak olsanız,
Onun adı Soe'ydu.

Ve senden benden cesurdu.
Aylarca tuvalette koktu.
Ayrıca sevmezdi beni çünkü,
Ona isim verip onu insanlaştırmam,
Ona çok ama çok koydu.


31.8.11

Solo - 2

*İnsan gibi davranan hayvanlar sevimli değil korkunçtur. Yolda makas yapan aracın sürücüsünün bir köpek olduğunu gördüğünüzde, bana hak vereceksiniz.

*Bir insanın en masum olduğu an, bu masumiyetten bir parça bile faydalanamazsınız. Çünkü bunun farkında olmayacak kadar masumdur.

*Kelimeler boğazda düğümlenmez. Dişler kapalı olduğundan dolayı kelimeler, siz yutkunurken geri gitmiştir bile.

*Aşk, özeldir; ama aynı zamanda da çok sıradandır. Özel olmasının sebebi, kendisi gibi biyolojik bir olay olan bel fıtığından farklı olarak edebiyatta, felsefede ve neredeyse bütün sanat/bilim dallarında sözü geçer. Sıradan olmasının sebebi ise, bel fıtığından bile daha çok konuşulan bir biyolojik olay olmasıdır.

*Bir çift kanadınızın olması o kadar iyi değildir; çünkü unutmayın, yaz gecelerinde incecik pikeyi bile üzerinizden atıyorsunuz.

*Bir eşyanın kaybolması, o eşya aranırken eşelenip sağa sola atılan diğerleri için toplu katliamdır. Bu katliamın boyutu, aranan şeyin aciliyeti ile doğru, boyutu ile ters orantılıdır.

*Zenginliğiniz, villanızın yoldan görünen kısmı kadardır.

*Rahatı seven insan, önce kendini sever, sonra vazifesini üstlenecek olanı.

5.8.11

Turuncu Mu, Portakal Mı?


Ben yine bana çok derin, çok felsefi düşünmenin ve "felsefeci" olmanın saçma olduğunu düşündüğüm (bkz:Sonuncuyu Ben Yedim) bir ruh halinde yazıyorum bu yazıyı. Baştan uyarayım da, sonra "moruk bu ne yaaa?" falan demeyin.

Duygularımızın tavırlarımızı etkilediği konusunda hemfikiriz sanırım. Dün gece rüyamda yaşlı bir adamla bunu tartışıyorduk. Evet, saatlerce bunu tartıştık. Yemyeşil ve bomboş bir düzlükteydik, güneş batıyordu, ve turuncuydu gökyüzü rüyamda. Biz ise tahta, küçük bir masanın iki ucunda oturmuş, bu gereksiz muhabbeti yapıyorduk. Hayır adam ak sakallı dede gibi konuşmuyor ki, bana bir faydası yok yani. Konuşurken içimden "anlamıyor, anlamıyor basmıyor kafası" diye düşünüyordum. Bir süre sonra "bana bak..." diye başlayan cümlelere başladım, tahammülsüzlüğüm artıkça bu cümlelere "lan" eklendi. En sonunda bağırıyordum.

Neyse, şimdi yaşlı adam da olmadığına göre meseleyi anlatabilirim.

Güneş batarken, aydınlık -güneşli değil, hatta loş- bir havada -akşamüzeri gibi bir zaman diliminde- yağan yağmur, şafak sökmeden hemen önce, sonbaharın sakin günlerinde, kışları öğleden sonra denizin yanından arabayla geçildiğinde, (örneklerin hepsi açıklayıcı olmasa da bir tanesi fikir veriyordur durum hakkında, yani ben öyle düşündüm yazarken, vermiyor mu yoksa?) içte buruk bir mutluluk oluşur ya hani, ben o duyguyu hep çok sevmişimdir. Bu cümleleri yazdıktan sonra bu zaman-mekanın insanda binlerce farklı duygu oluşturabileceğini anladım ama ne yapayım, belki benim gibi düşüneniniz vardır. Neyse, düşündüm, bu duyguyu neden diğerlerinden çok sevdim? Sonuç şöyle:

*Mutsuzluk var, ama karamsarlık değil, burukluk sadece.

*Bu burukluğun benim kafamda çınlattığı bir "herşey güzel olajak" fısıltısı var.

*Herşey güzel olajak fısıltısı da "ulan ben bugün/bugünlerde güzel şeyler yapayım, yaşamım anlam kazansın" cümlesini getiriyor hemen ardından.

*Bu cümle de beni hayal kurmaya götürüyor.

*Bütün bunlarla alakasız olarak, gece yağmış yağmurun ıslattığı kaldırımların üzerinde sabahları dökülen yaprakları ezmek çok eğlenceli.

Son dediğimi unutun. Buradan çıkarabileceğim tek sonuç, bu garip duygunun bende hem melankoli hem de umut adlarında iki ana duyguyu oluşturduğudur. Eh, mekankoli,dram,acı,aşk,aşırı mutluluk,nefret gibi duygular çok güçlü uyarıcılar, ve izlediğim belgesel yalan söylemiyorsa insan duygu patlaması, hüzün yaşıyorsa çok yaratıcı oluyor. Umudum da var, öyleyse fantastik hayaller kurabilirim değil mi?

Peki neden hayal kurmak güzeldir? Aslında bunu çok basit bir soruyla açıklayabilirim: Neden ünlü birine hayran olmak güzeldir? Anladınız. Evet, ünlü bir şahsiyete hayran olmak mahallenizdeki Metin'e/Cansu'ya hayran olmaktan çok daha farklıdır. Çünkü Cansu oradadır, iki apartman karşında, ona yakınsındır. Tabi yakın olmak da "acaba söylesem mi?" "söylersem reddeder mi ki?" "hacı o değil de iki kelimeyi nasıl bir araya getireceğim ben onun yüzüne bakarken?" gibi somut korkular yaratır bütün vücutta, titrersin terlersin falan filan. Ama ünlü öyle midir? Hayır. O parayı bulmuştur, o senden uzaktır, onun zerre umrunda değilsindir, ve işin güzeli aslında o da senin çok umrunda değildir. Muhabbeti döndüğünde "Ay Bilmemne Filancan mııı? Tapıyore" falan dersin, ya da ne bileyim "Fi'Llané Falann de çok güzel kadın yahu.". Ama sonra karnın acıkır, oturursun sofraya yemeğini yersin, iki şarkı dinler uyursun.

Hayal kurmak şahanedir, çünkü "yapamadıkların" yoktur hayallerinde. O gün daha gelmemiştir, daha reddedilmemişsindir, daha o ülkeye gitmemişsindir, daha onunla tanışmamışsındır. Hayalleri keşkelerden ayıran önemli bir nokta da budur, tertemiz sayfalar gibi seni bekleyen hayaller, senin hatalarınla ya da günün şartlarıyla kirlenmemiştir henüz.

Günün şartları... Evet, az önce böyle dedim. Mesela hayalinizde kanatlarınız olabilir, görünmez olabilirsiniz, yirmi tane kolunuz olabilir, okyanusun en derinine dalabilirsiniz. Hayal dünyanızdan gerçek hayata döndüğünüzde ise az önceki gibi uçamıyor, görünmez olamıyor, aynı anda yirmi işi yapamıyor, okyanusun dibinde saatinizi arayamıyorsunuzdur. Cümle saçma mı geldi? Şöyle düşünün, kolunuzla gözlerinizi kapar, bir yandan da müzik dinlerken dünyayla ilişkinizi büyük oranda koparırsınız.Siz hayal dünyanıza tamamen girdiğinizde birisi sizin kolunuzu gözlerinizden kaldırır, ya da kulaklıklarınızı çıkarıp bir iş buyurursa, günümüz şartları hayalimizi bitirir, bizi de üzer. Yani benim salçalı kavurmam senin hayali kanatlarını döver.

Yazı gereksiz uzamasın, sadece "Orange Country" isimli filmin film müziklerinden birini dinliyordum, oradaki "Orange" çağrışım yaptı, bir iki cümle konuşayım dedim. Haydi kalın sağlıcakla.

(Not: Pete Yorn - Lose You)
                                                            

29.7.11

Farklı Sözcüklerle

Şu günlerde gerçekten yorgunum. Zaten biliyorsun bu halimi. Çok yordun zamanında beni, çok fazla terledim senin için. Şimdi de terliyorum ama başka bir sebepten, yorgunum, enerjim dipte. Kafam cok dağınık, elimi kaldırsam gereksiz bir anıya çarpıyorum, adım atmak için bu salak anıların üzerinden atlıyorum. "Bir ara temizlemek lazım burayı,diyorum,açarım arkadan müziğimi toparlarım,bu tür işleri yapmayı öğrenmeliyim yavaş yavaş"

Neden bu kadar terlemiştim ki ben? Hatırlamıyorum. Duşa girmekte karar kılıyorum. Yıkanıyorum. Saçlarımdan akan suyun aslında o kadar da güzel olmadığını fark ediyorum. Tadım kaçıyor, çünkü su tatsız. Sol kolumu kırıp dirseğimi duvara yaslıyorum. "Duş alırken ağladım" ambiansı yaratıyorum, sonra çok ucuz geliyor, ağzıma dolan suyu tükürüp yapıştığım duvardan iki adım geri çekiliyorum. Kafamı kaldırıp duş başlığına bakıyorum, gözlerim yanıyor gelen sudan. İşte o zaman ağlıyorum iki damla.

Sonra ucuz duş ambiansını  bir kenara bırakıyorum ve küvetten çıkıyorum. Ayna var hemen sağ tarafımda, kafama havluyu geçirip aynaya bakıyorum. Gerçi çok buğu var aynada, bana aynayı tek elle bir parça silme artistliğini verdiği için tanrıya şükrediyorum. Sol elimle aynayı sildiğimde yıkılmış bir yüz görmeyi umuyorum, ama karşı taraftan bana bakan adam üzgün değil, bezgin. "Buna da şükür" diyorum ve bezginlikle aşk arasında bağlantı arıyorum. Bulamıyorum. Belki de çok aramadım.

Ivırı zıvırı hallettikten sonra yatıp dinlenmeye başlıyorum...

Saat 15.23. Uyanıyorum, ama ne halt etmeye uyandığımı falan hiç bilmiyorum. Enerjimin henüz 4-5 glonunu geri kazanmış olmama rağmen iki saat içinde uyanmamın nedenini arıyorum. Bulamıyorum. Belki de çok aramadım. Söz verdiğim gibi kafamı biraz toplayayım diyorum. "Nereden başlasam lan acaba" derken ayağım sana takılıyor. Yere düşüyorum, kafamı bilgisayar sandalyesine çarpıyorum, kanıyor. Bir yandan da kalkıp sana sarılmak istiyorum ama gözlerim hala kapalı, açamıyorum.Tutup kaldırıyorsun beni, teşekkür ederim, elindeki peçeteyle de kafamdaki kanı siliyorsun. Sonra gözlerini bana dikiyorsun, belli ki birşey söylememi istiyorsun. "Hebele hübele" tarzında saçmalıyorum, olmuyor. Sonra sen gülümüsüyorsun. Bu oluyor işte. "Ne zaman döneceksin,geleceksin yanıma?" diyorum. Bunu neden dediğimi bilmiyorum, daha çok ağzımdan taşmış gibiydi bu cümle çünkü, bana itaat etmiyordu fikri. Sinirlerim bozuluyor, ama cevabı merak ediyorum. Sesin inceliyor ve telaşlanıyorsun, cümleleri toparlayamıyorsun. "ya" ve "şey" sözcüklerini cümlenden 10 ar kere kullanıyorsun. Bense senin gözlerimi kısıp anlamaya çalışıyorum, boynum bükülüyor ve "eveet?" sözcüğünü 10 kere kullanıyorum. En sonunda "bilmiyorum" gibi kesin bir cümle alıyorum senin ağzından. Başka birşeyi kastetmediğini ümit ederek sana sarılıyorum. Ve sonra dudaklarından birkaç cümle daha alabilmek için seni öpüyorum. Mutluyum. Birkaç saniye sonra ağzıma tanıdık acı bir tat geliyor, huzursuz oluyorum. En sonunda kafamı suyla doldurduğum lavabodan çıkarıyorum. Gerçekten suyun tadı çok kötü, tavsiye etmiyorum.


Koltuğa atıyorum kendimi. Vücudum bir taş parçası gibi, canlılık yok. "Gerçi, diyorum, taşı da uçurumdan atsan insanı da atsan sonuç değişmiyor, bok çuvalı gibi düşüyorlar yere." Sonra bok çuvalının da insan ve taştan çok farklı olmadığını, uçurumdan atılsa bok çuvalı gibi düşeceğini anlıyor ve tebessüm ediyorum.

Arabalar... Ne güzel şeyler değil mi? Ayaklarım araba olsun isterdim mesela, tek bir parçam mekanik olsun. Beni zedeleyen şey nem olsun istiyorum, koşmayayım, adeta zeminde kayayım istiyorum. Belki garajda durur ayaklarım, yaşlı kadın kalkar gecenin bir yarısı ve bakar bana, dokunur kaportama. Vazgeçtim, odak noktasının ayaklarım olması tiksinç.

Peki... uçaklar? Tamam, sana çok yakışacaktır ama melek kanatları istemezdim ben, uçak kanatları daha hoş. Zaten yazın çok yakar sırtı falan, isiliği bilmemnesi. Ayrıca güneşe dilediğimce yaklaşırım, onları kaybedip okyanusta boğulma kaygım olmadan...

Melek olsaydım eğer, insanlara arp satardım.

Koltuktan kalkıyorum, daha doğrusu yükseliyorum. Elimdeki teknolojik aletin çıkıntılarından birine basıyorum ve 10 adım ötemde 2 boyutlu düzlemde elektronik bir görüntü oluşuyor. Kulağıma ulaşan ses dalgalarıyla elektronik görüntüdeki hareket eden nesnelerin hareketlerini birleştirerek kafamda bu yeni dünyayı anlamaya başlıyorum. Yok oldu bu görüntü aniden. Elektrikler gitti.

Elime bir mum alıyorum ve küçük tuvalete giriyorum. Camın önüne iliştiriyorum kırmızı mumu, duvarın köşesine oturuyorum. Kafamın çok derinlerinden bir müzik sesi geliyor: "kissas, kissas, kissas"

Yatak odasından aldığım okuma gözlüğünü burnumun ucuna takıyorum. Eşcinsel gibi görünüyorum ama umrumda da değil, giriyorum tuvalete, kapatıyorum kapıyı. İçerisi karanlık, tek ışık kaynağım mum. Aynaya bakıyorum, yüzümün yarısı sarı mum ışığıyla aydınlanmış. Evet, bu suratsız benim kırklı yaşlardaki halim.

Zaman ne garip şey değil mi? Yaşlanmış halim "bizim zamanımızda" diye atıp tutuyor. Bok vardı çünkü bizim zamanımızda. Gerçi haksızlık etmeyeyim ona, bizim zamanımızda da vardı bizim zamanımızda geyiği. An itibariyle ben de dahil oldum geyiğe.

Zaman dedim canım, su gibi değil ama akıyor. İçinde bir uktedir kalıyor geçmiş günler. Bir saniye öncesinin bir daha yaşanmayacağını biliyorum ve hala tuvalette kendi kendimle tartışabiliyorum. Yansımam ağlıyor. Ben ağlamıyorum.

Bazen kendi kendime konuşuyorum bunun gibi. Deli miyim? Bilmiyorum, ama kendi kendine hiç konuşmamış biri deli olmadığını iddaa edebilir mi ki? Unutmak mı? Delisin...

Her duyguyu yaşamak istedim bu hayatta. En çok da "üzüntülerin olgunlaştırdığı adam" olmak istedim galiba, şimdi değildim bana kalırsa, hep 1-2 yıl sonrasıydım. Ahmet Hamdi Tanpınar'ın zıttıyım bu konuda, o zaman akmasın, akıp gidiyor hızlıca diyor, ben de tecrübesiz ve toyca "zaman akıp gitmeli" diyorum. Diyorum bunları ama Ahmet Hamdi Tanpınar haklıdır da diyorum, kafamdan büyük saygım var benim güzelim, kafam da kocamandır, bilirsin.

Tuvaletten çıktım, mutfakta oturuyorum. Kitaplar var önümde, elimde Martin Eden. Okumuyorum.

Rüya görüyoruz ya biz, neden, neyden görüyoruz bu rüyaları? Beynimiz zorba bence, saniyeliğine salak olamıyoruz hayatımız boyunca. Hep kafamızda çınlayan sesler, en sessiz yerde soluk seslerimiz. Görüntüler de hep varlar, eğer bir kere gördüysen dünya nasıl birşeymiş diye. Kafamızdayken bu görüntüler, "seksi oyuncudan yürek hoplatan görüntüleri"nin peşindeyiz biz.

Madem rüya dedik bir kere, uyku olayına girelim. Uyku güzel şey bence, "utku" ya benziyor yazılışı. Zaten sürekli uyku halindeyiz dünyaca. Uykulu oluyoruz, bayılınca uyku fonksiyonlarında seyrediyoruz, koma uzun süreli uyku, ölüm desen ebedi uyku... Uyku kişinin kendisine yetmiyor. "Seni meşhur edebilirim tatlım" diye 80 lerden saf kızlarımızı uyutuyoruz. Köpek çok mu havlıyor geceleri? Artık sesi çıkmaz, uyutuldu o güzel ablacım.

20 saatten uzun "uyuyacaksam" eğer, insanlar beni görsün istemem. Çünkü ya göz yaşları ya da bana dokunan parmaklarını hissederim hislerim sıfır olsa da. Zaten hayat sıfırdan başlıyor, herşeye baştan başlayabilecek kuvveti hissetmişim ya sıfıra düşmeden, o yeter bana.

Çok sevimli bir mutfağımız var bizim. Görsen sen de beğenirsin. Dedim ya, delirdim mi yoksa sağlam mıyım tam karar veremedim ama düş gücümle seni yanımdaki sandalyeye oturtuyorum. Murfağı nasıl bulduğunu soruyorum, "ıı, güzeeeel" diyorsun. Tabi, sen daha domates şeklindeki büyük kırmızı kabı görmedin.

Yaptığım bütün şeyler bir ibreyle ölçülecek olsa, o ibreyi kırardım.

Mantığım olsa, ibreyi en başında koydurtmazdım.

Arada uzun uzun anlattım. Ben anlatırken akşam yemeği yendi, karınlar doydu, vakit te 23.13 oldu. Bu saatleri seviyorum, kendimle konuşmayı bırakıyorum. "Kelimeler sürekli konuştuğum kendime olan sevgimizi anlatmakta kifayetsiz, bu yüzden konuşmuyoruz" demeyi isterdim ama uyuyorum yorgunluktan, yoksa hayatta susmam, çok kültürlü puşt, hık demiş burnumdan düşmüş.

Hayat uzun bir yol olsaydı eğer, nereye kadar giderdin sen? Ben yörenin sakinine sorardım ne yapayım diye, hiç uzatmazdım yolumu boşuna. Yol yordam bilenine, düşüncelisine sorarım ama "şuradan git, yol uzar ama sonunda güneşin batışını izlersiniz ailecek" der belki diye. Tek bir haftasonumuz var, güzel bitsin değil mi?

Seni düşünmeseydim, bu kadar yazamazdım.

Eğer birşey düşünüyor olsaydım, yazıyı bu kadar uzatmazdım.

Uyumayacak olsaydım, inan iki saniye susmazdım.

27.7.11

Her Zamanki Gibi Bulutlu


Saat 22:43

Konuşuyoruz. Onu düşünüyorum. Susmuyor. Sürekli birşeyler söylüyor. En gereksiz iş için bile "acillll" diyor. Mutlu muyum? Mutluyum.

Saat 23:10

Yeni birşeyler bekliyorum. Gözüm saatte. Konuşuyorum onunla. İlgilen benimle diyorum. Umursamıyor. Godfather çalıyormuş gitarda. Helal olsun.

Saat 12:13

Onunla konuşuyorum. Saçmalıyor. Rock diyor, Spellbound diyor, çok afedersiniz "ibneee" diyor. Mutluyum.

Saat 12: 16

"Three Days Grace - Home başladı :D". Evet bir radyo sitesi bulmuş, orada eğleniyor.


Bundan üç yıl 5 ay önce:

Saat 13:01

Onunla oynamayı çok seviyorum. Çok eğlenceli. Kafasını tahtaya vuruyorum ve "ah" diye ses çıkarıyor. Garip. Düğmesini henüz bulamadım.

Saat 14:26

Bahçede boğuşmaya devam ediyoruz. Bu arada dizim kedi bokuna giriyor. O görmeden pantolonunun paçasıyla dizimi siliyorum.

Saat 17:18

Artık akşam oldu sayılır. Annesi gelip alacak onu. Oysa çok eğleniyorduk. Neyse gitsin, zira benim şokellalı ekmek yemem lazım, onunlayken yiyemiyorum.

Sakalları var. Evet, sorsanız ilk önce bunu söylerim. Çünkü gerçekten sakalları var. Kesmiyor, bazen kesiyor ama kesmiyor genellikle. O sakallardan tiksiniyorum. Verin jilet insana benzeyene kadar keseyim biçeyim herifin suratını. Ya da çim biçme makinası verin, tertemiz olsun.

Gitarı var. Evet, sorsanız ikinci olarak bunu söylerim. Çünkü gerçekten gitarı var. Çalıyor, sürekli bok varmış gibi çalıyor. Gerçi ona sorsanız benim için "yazıyor, sürekli, bok varmış gibi yazıyor" der. Haklı aslında, herkes ne seviyorsa peşinden gidecek kardeşim. Neyse işte gitar çalıyor. Buckethead dinliyor. Satriani dinliyor, tavsiyelerimle Santana'ya da başladı. Yarısı yazılıp bırakılmış öykü gibi biri. Diğer yarısını ben yazıyorum, o çok güzel 

Sakin. Gerçekten sakin.


26.7.11

Perde

Sen beni sevmedin aslında. Çocukları sevdin, sinemayı sevdin, makarnayı sevdin, İstanbul'u sevdin ama beni sevmedin hiçbir zaman. En ufak şeyden dahi mutlu olan sen beni gördüğünde mutlu olmazdın. Çünkü ben ne makarna, ne İstanbul, ne çocuk ne de sinemaydım.
   Sana cesetlerin sönük nefeslerinden kopardığım güzel ve anlamlı sözleri sevdin sen, beni değil. Gözyaşını sildiğim parmağımı, kafanı yasladığın omzu sevdin sen. Gülümsememi sevdin belki, karşılık bekler miydin gülümserken? Peki gözlerim miydi bana gözlerini dosdoğru diktiren, yoksa onlardaki yansıman mı? Bilmiyorum, olsun, en fenası bilmek zaten, bilseydim kendimi en iyisine inandıramazdım kuşkusuz.
   Rüyalarım... Uzun gecelerde görülen bütün o rüyalar senden dökülen parçacıklardı aslında. Dayanamadın ve üfledin. Yazık, avuçlarım parmaklarımla yalnız kaldı tekrar. Böyle olacağını biliyordum, çünkü gökyüzüne aittin sen. Belki cennet, belki cehennem... Cehennemdensen eğer, bunun tek sebebi cennetten çaldığın o güzel yüzün ve gülüşündür. Oysa ne güzeldi en başında, mutluydum, seni tek bir okla yeryüzüne düşürdüm sanmıştım. Yanılmışım, tek bir okla gökyüzüne yükselmişim. Evet, gökyüzündeyiz, nefesim boğazımı ısıtıyor. Üşüyorum, cehennem değil burası, cennet. Kuştüyü kanatların beni ısıtmıyor, çünkü onlara dokunamıyorum, biliyorum bir dokunsam o kanatlara, binlerce küçük parçacık olacaklar. Sonra rüya göreceğim...
   Basitsin. Basitsin çünkü nezle de basit bir hastalık ve o da bacaklarımın titremesine neden oluyor. Hapsetmek istiyorum seni, bir kafese koymak ve ağlamaktan güzel gözlerin kör olsa da bırakmamak istiyorum. Sen de çekmelisin tutsaklığın acısını, beni öyle bir tutsak ettin ki, düşlerimde bile acıtamıyorum canını. Lütfen, mantığımı ver bana, ver ki seni unutmak için bahaneler üretebileyim. Duygularımı al, onlar sana aitler. İstemiyorum onları, çünkü aklıma senin sanrınla defalarca tecavüz ettiler. Ortaya karışık salata gibi oldum, benden çok sen varsın, daha bir çatal bile alınmadın. Rakı şişesinde balık olmayı istemedim ben, sorsalar gözyaşlarında ben olmak isterim. Bir damla bile akmadan yıllarca gözlerinde kalmak isterim...
   Sen benden çok gitmeyi sevdin, Firariydin, zira fikrimce benimdin.  Sende benim olan birşey vardı. Biraz mantığım, biraz da başka bir şey. İsmini koyamadım ama mantığımı susturuyor. Gel yanıma, gel ve değiş tokuşumuzu yapalım. Al bütün hatıralarını ver bana mantığımı. O şey mi? Sende kalsın, aşk bünyeme dokunuyor.
   Bana uykularımı da ver. Geceler senin olsun. Zaten en yağmurlu, en duygu dolu gece yine sana adanmıştı. O güzel yüz ve gülüşle beraber sakinliğimi de çaldın sen. Yakışmıyor, sana hırsızlık, bana ise sakinlik yakışmıyor. Ben bana yakışmayan sakinliği sevdim, sen kaos'u. Perdenin iki ucundayız, oyun bitmeden son bir kez buluşamaz mıyız? Tekrar anlatsan masallarını, öyle uyusam gökyüzünde?
   Beni sevmezsen kendini sev. Benden vazgeç ama makarnadan vazgeçme. Yeryüzünden bir başkasını sev. Unutacağım seni, anı olacak ve yok olacaksın. Bana da öyle bakma, üzerime yağıyorsun, enünde sonunda boğulacağım zaten.
                                                             

20.7.11

Bir Tabak Daha Koy, Döneceğim

Bir insan olarak, "şu şudur" diye konuşmanın çok tehlikeli birşey olabileceğini yeni yeni fark ediyorum. Değişmez kurallar dışında kesin cümleler kurmak cidden sağlıklı değil, doğrular anında yanlış, yanlışlar anında doğru olabiliyor. Yazılarımdan bir beklenti oluştuğu andan beri böyle bir takıntı oluştu bende, konuşurken de dikkat etmeye çalışıyorum buna ama eğer yüzdeyüz dikkat edersem ağzımdan iki-üç cümleden başka birşey çıkmıyor.

Ne kadar çok detaya girersem o kadar çok boka battığımı hissediyorum, çünkü derinlere daldıkça seyirdeki şeyler çoğalıyor. Arkadaş ortamında "ya zaten şöyle abi onlar" şeklinde, herhangi bir yüzdeyüz haklılık ya da öğreticilik amacı gözetmeden kurulan alelade bir cümle bile onlarca düşünürün, bilimadamının, sosyalbilimcinin, tarihçinin, matematikçinin ayaklar altına alınmasını sağlayabiliyormuş, bilmiyordum. "Tezler çürütülmek için vardır", bunu biliyordum.

Bununla beraber basit bir blogger olarak bile ne kadar aciz olduğumu da yeni farkediyorum. Her şey kullanılmış olabilir, bizden önce yaşayanlar söylemiş olabilir bu sözleri. Bizden çok önce tadanlar bazı karmaşık duyguları, yazmış olabilir bunları. Süslü kelimelerimiz bile kullanılmış olabilir. Aşk mesela, binyıllardır konuşuluyor aşk, şarkıların konusu aşk, yazıtların noktası aşk... Aynı duyguyu ne kadar farklı ve kaç kere anlatabilirsin ki? Böyle bakınca çöplüğün içinde gibiyiz aslında. Hayatımız keşfedilmişleri yüzeye çıkarmakla geçiyor. Önceki paragrafta örneğini verdiğim gibi bakınca da kendimle çelişiyorum, derinlere daldıkça seyir alanı genişliyor, genişledikçe de eskilerin yanına yeniler ekleniyor, bakire cümleler kuruluyor. Bu çelişkinin sebebini de ilk paragrafta yazmıştım.

Saçmalama ya da yanlış bilgi verme korkumu bir kenara bırakıp normal bir insan gibi konuşacak ve genelleme yapacak olursam, insanların hayatları birbirlerinden pek de farklı değil. Yanındakinden, önündekinden, arkandakinden farklıysa bile göçüp gitmiş olan trilyonlarcasından biriyle elbet benzerdir insanın hayatı. Ha, farklılıklar vardır, mesela Tesla gelip alternatif akımın altını çizmiş, göçüp gitmiştir. Bunu yapan bir başkası daha yoktur. Ama hayatının her saniyesini alternatif akımı yücelterek geçirmemiştir. Evet, ne demek istediğimi anladınız.

"Sıfır" başlıklı yazımda üzerimden atmaya çalıştığım bir korkuyu biraz da dalgaya alarak yazmıştım, hatırlarsınız belki. Geleceğe yönelik planlarım çevremdeki insanların yaşadıkları ya da hayal ettiklerinden farklıydı hep, "peki neden evlenirsin sen evleneceğin zaman?" sorusuna verdiğim cevap ve tabi ki bundan beklentim de farklıydı. Hayattaki belli dönüm noktalarında genel olarak yapılandan ve düşünülenden farklı şeyler tasarlamışım kafamda, bunu da yeni fark ettim. Beynime format attım, herşeyi yeni yeni fark ediyorum.

Şimdi içimde farklı olmak adına bir ateş yanmıyor. "Hayat yaşanır ve ölünür" mantığına saplandım, bekliyorum. Hayallerimden bazıları, mesela evlilikle ilgili olanı (bunu okuyorsun, biliyorum :)) hala normalden biraz farklı. Ama bunun nedeni benim sivrilip fark edilme isteğim değil, mutluluğu bulacağım yolun bunlar olması.

Yazıyorum. Yazmayı seviyorum. Blogunun başında tıkır tıkır yazan yaşıtım çoğu insandan çok daha iyi yazıyorum. (işin garibi bunu:"bana yaşıtım bloggerlardan çok daha iyi yazdığımı söylerler" şeklinde yazsaydım kimse kırılmamış olacaktı, insanların kendileri hakkında iki güzel söz söylemeleri ben dahil hepimize dokunuyor, egolarımız hak verip gülümsememize izin vermiyor sanırım) Geleceğimde de yazı yazmakla ilgili birtakım hayallerim var. Bunların ne kadar gerçekçi olduğu hayata geçirme aşamasında önemli, yazı yazmak beni mutlu edecekse yazarım, hayal kurmak yetecekse de hayalini kurarım. Hep bir kız çocuğum olsun istedim mesela, hala da isterim. Şimdi bunu düşünmek çok güzel, karım bana bakıp "bir çocuğumuz olsun istiyorum" dediğinde fikrim değişir mi Allah bilir.

Garip bir şekilde hiçbir zaman hayatın beni atlayacağını düşünmedim. Şansım genelde yaver gitti çünkü, çok fazla kaybetmedim, aksine kazanan taraftaydım genellikle. Nasıl şartlarda yetişirsen düşüncelerin de öyle şekillenir derler. Belki de bu yüzden zor olanı hayal edebiliyorum korkmadan, bu yüzden hayallerimin bir parçası da şansa kalıyor. Bunu deneyip görmeden bilemem, şimdilik tek söyleyebileceğim, kendi dünyamda önemli hissediyorum, ve nedenini bilmediğim bir şekilde gerçek dünyada da yerimi edineceğimi, şansımın yaver gideceğini hissediyorum. Korkum yok, dedim ya, kaybetmeye alışık değilim.

Neyse yazıyı çok fazla uzatmak istemiyorum, zaten tatmin olmadım bu seferki yazımdan, daha güzelini uzata uzata yazarım. Hayallerimdeki kadına sesleniyorum: bir tabak daha koy canım, beklemekten yorulduğun an döneceğim.

30.6.11

Solo


*Susmak aslında haykırış, sessiz bir çığlık falan değildir. Susuyorsan, susuyorsundur.

*Cehaletin olmadığı gibi bilgili olmanın da bir bahanesi olamaz.

*İnsan kazanmak çoğu zaman para kazanmaktan daha kolaydır.

*Paranın açamayacağı kapılar vardır. Tek sorun, bu kapıların sayısının azlığıdır.

*Tamamıyla kölesi olabileceğiniz tek şey kendi saplantılarınızdır.

*Filler büyük olmadığı gibi karıncalar da küçük değildir. Hepsi olması gerektikleri gibidir.

*Korkular atlatılmaz. Korkular doğuştan da kazanılmaz. Beynimiz ise rekortmen bir senaristtir.

*Soyut kavramların ölçüsü her zaman bir miktar kaçıktır.

*Yalan söylerken yalanını anlık da olsa yaşarsın. Bu da şunu gösterir, ya yaşadığın şeyler yalan olabilir, ya da yalanlar gerçek.

*Bir insanı dünyadan tamamen koparmak istiyorsanız onu insanların deli olarak bilmesini sağlayın. Söylediği en mantıklı şeyler bile deliliğine yorulacaktır.

*Çoğu zaman "beraber" dediğimiz şey, sadece "aynı anda"dır.

*"Sadece bugünlük "diye birşey yoktur. "Ömrümde bir anlık" diye birşey vardır.

*Zeka tamamen ölçülen birşey olmadığı gibi, çevrenizdeki insanların çoğuyla -istisnalar hariç- yakın bir IQ değerine sahipsinizdir.

*Arkadaşlarını ve dostlarına iyi davranan insan iyi değilidir. Gerçekten iyi insan, her halükarda en hayırlısını yapan ve bunu bütün varlığı boyunca sürdüren insandır. Demek ki iyilik, meleklere özgüdür.

*İki zıt kavram hep beraber var olurlar, olmuşlardır, olacaklar.

*Herhangi bir şeyin öğrenim hareketini geride bırakmış insan zombi olmuştur. Çünkü beyinin bu iş üzerinde herhangi bir işlevi kalmamıştır.

*Yaşamı sürdüren şeyler somut ihtiyaçlar kadar soyut ihtiyaçlardır.

*Bir bedeni cesetten ayıran şey ruhtur. Demek ki ruh en az su kadar hissedilebilir bir varlıktır.

*Melekler bulutlardan arp çalmazlar. Öyle olsaydı avlanmış olmaları gerekirdi.

*Çirkin diye birşey yoktur. Şaka yapıyordum, tabi ki vardır.

*Uzağı uzak, büyüğü büyük, küçüğü küçük yapan yine insandır. Çünkü hiçbir şey üzerinde "uzun" "kısa" "50 inc." yazılarıyla yaratılmamıştır.

*İnsan hiçbir zaman kafa dinleyemez. Çünkü bunu yapmak için her uzandığında, birşeyler düşünecektir.

29.6.11

İstanbul dan İngiltere'ye 2. Mektup

Bu kişisel bir mektuptur ama alıcı olmayan biri de okuyabilir, yine toplumsal saptamalarda bulundum çünkü. İstemiyorsan da atla, keyfin bilir

Simru,

Soruyorum, İngiltere'nin nemli havası bünyene nasıl yansıyor? Bunu sordum, çünkü İstanbul'un egzoz dumanı benim mantığımla resmen taşak geçiyor. Önceleri öksürüyordum, şimdi sigara dumanı gibi çekiyorum içime dumanı, eğer şanslıysam burnumdan verebiliyorum. Değilsem gözlerim yaşarıyor, ortam bulanıklaşıyor. Sonra bir fırt daha...
Gerçekten İstanbul çok güzel. Dört yapraklı yonca yuttum sanırım, hangi köprüden gidelim dersem o köprü boş, diğeri dolu oluyor. Sırf bu şanstan yararlanarak felaket para kazanabilirim gibime geliyor, sonra tümsek arabayı titretiyor, gözlerimi açıyorum. Onun dışında da güzel, spor yapıyorum, 3.00 de yatıp 7.00 de kahvaltıya kalkabiliyorum, daha güzeli kahvaltıdan sonra 11.00 e kadar uyuyabiliyorum. Sonra bazen dışarı çıkıyorum, takıyorum kulaklıkları gidiyorum bir ekmek, un alıp eve dönüyorum

Başka bir yerde olmak ne kadar anlamsız ve sıradan olabiliyor bazen değil mi? Sen İngiltere de n'aptın bilmiyorum ama ben İstanbul'da İzmir'dekinden farklı birşey yapmış değilim. Jon gelmiyor bu sene, yalnızım. Doğumu bekliyorum. Ev işi yapıyorum, uyuyorum, kitap okuyorum.

"Abi bu sene Bosna'daydık ya" diyen adam geliyor aklıma. Ulan daly.rak, 2 gün kalmışsın, o binaların halini görmeden, o şarabı tatmadan, Türkler'den nefret eden rehberden bunun nedenini dinlemeden, "Tilki" yi tanımadan 2 gün otel odasında kalıp gelmişsin, ne halt etmeye konuşuyorsun "Bosna ehe ehe" falan diye. Sen eve biraz geç gel, ben bu arada evinin kapısına Bosna yazayım, al aynı şey oldu. Yatağına da gül dökerim "romance" hesabı.

Kamoyuna en fazla mal olan, en çok uzatılan, tadı kaçmış sakıza dönen ama hala çöpe atılmayan şeylerden biri hepimizin bildiği "karpe diem" dir. Ölü Ozanlar Derneği'nde söylemişti bilgili öğretmen, "anı yaşayın". Mantıkta hata yok, felsefe çok güzel ama hayatlarımızın büyük bir kısmı -herkes üzerine alınmasın lütfen, çünkü pekala kırk yıla üç-dört ömür sığdırmış olabilirsiniz- geleceğe yüklenmekle geçiyor. Anı yaşaymış?Sen dedin ya iki dakika önce "yarın boşum o zaman bitiririm işimi", nasıl olacak bu işler? Yaşlanmasak farketmeyeceğiz bu gidişatı, yaşlananlar bunu genç kulaklarımıza yüzerce kere fısıldasalar bile. "Bak şimdi çalış pişman olursun sonra" bir insan için ne kadar anlamsızsa "hayat çabuk geçiyor, değerini bil" de bir o kadar anlamsızdır. Hatta anlamsızlığın babasıdır. Çünkü insanların canı sıkılıyor hayattan, saniyeler geçmek bilmiyor (zamanın geçiş hızı değişkendir, zaman yolculuğu kaçınılmazdır) bizler için, günleri teker teker sayıyoruz. Ve kafamızda bir video kamera olmadığı için yıllar sonra geçmişe bakıp "ne kadar çabuk geçti" diyoruz. Nah çabuk geçti. Her gereksiz saniyeyi hatırlıyor musun sen? Her yediğin haltı hatırlıyor musun, bundan beş yıl önce sıçarken gözünün iliştiği halının desenini hatırlıyor musun? (evet diyeniniz çıkacaktır eminim ama bu ufak bir örnekti, her detayı hatırlayamayacağınızı anlatmak içindi sadece) Beyinlerimizin %100 ünü kullanamıyoruz, haliyle olayların %100 ünü depolayamıyoruz. Hayat çabuk geçmiyor, geçmesi gerektiği gibi geçiyor (zamanın akış hızındaki değişiklikler esnek olduğu gibi çok da büyük farklılıklar yaratmaz). Kısa geçip geçmemesi senin algının merhametine kalmış.
Bir ömürü üç-dört ömür kalitesini yaşayan adamın hayatı uzunken bir ömürü ucu ucuna bir ömür kalitesinde yaşayan adamın hayatı nasıl kısa oluyor ve çabuk geçiyor o zaman? Basit, ömrünü dolu dolu yaşayan adam geçmişe baktığında çok şey görüyor, ama diğeri zaten boşlukları sildiği için ömür dediği şeyden bir düzine hatırayla mezun oluyor.

Mesaj vereyim dedim. Zaman azalıyor Simru, ekle o kızları facebooktan, messenger larını al. Bak o kadar dil döktüm. Hadi canım, hadi güzelim

Çok yüksek dozda sevgiler

28.6.11

Rüyalardan Alıntılar

Uyanık haldeyken, hayatım boyunca gördüğüm rüyalardan aklımda kalan replikleri yazıyorum aşağı(evet hafızam bu tür detayları depoluyor ayrıca ilginç olanları uyanınca yazıyorum):

*-Beni sevdiğini biliyorum
+Nereden?
-"Seni seviyorum" demenden

*Bu hayatta senden daha çok korktuğum tek şey, bunu sana söylemekti

*[Fransız ihtilalinden 2 ay sonra Fransız askerlerine yakalanan İngiliz ben]-Ben İngiliz değilim!
+Hass.ktir lan!

*..ben sana bunları neden anlatıyorum ki? Biraz sonra uyanacağım zaten

*Will Smith ile avcı böreği ne alaka lan?

*Aşkım ne iyi oldu pentagon a girdiğimiz!

*Artiz ne arar la bazarda? Gelmez ki buraya hayırsız. Bayramdan bayrama anca

*Tek göğsüm yok ama hala seksi gibiyim

*Beni küçükken Migros yetiştirdi, ama düşürmüşler işte.

*Hitchcock iyi adamdır, severim ama benim evimde kalıyorsa donunu kargasını falan ortalarda bırakmasın

*-Sen benim babam mısın?
+Sen benim annemdin

*Komutanım spawn kill serbest mi?

*Sırtımda bıçak var, yaslanamıyorum, sana zahmet.

*-Oranın neyi meşhursa onu getirin
+Prince of Persia sı meşhur valla

*Babamı benimle bastım!

*-Sevgi nedir sence?
+Kucağıma oturuyorsun, kalk
...
-Peki şimdi soruyorum, sevgi nedir?
+Bilmiyorum. Ben sevmedim daha önce. Annem "çok küçükken kuşburnu seviyordun sen" der ama hayal meyal yani

*Gelecekleri varsa örümcek..!

Bu sefer farklı olsun istedim, bir sonraki yazım düzgün olacak, söz.

26.6.11

Kafamın İçinde Yasıyormussun, Bilmiyordum

Öncelikle belirtmek isterim ki, bu kişisel bir mektuptur. Bu yazıyı atlayabilirsin sevgili okur.

Şimdi sen bu satırları okuduğunda, ben 2 saat daha ileride olacağım senden. Ben oranın saatiyle akşam 10 da yazıyorum bu yazıyı yani. Eğer Amerika da olsaydın 7 saat ileride olacaktım, yani saat 5 olacaktı. Demek ki Amerika ile İngiltere arasındaki saat farkı ne kadarmış? 5 saat. Aferin. Peki Çin' de olsaydım?

Böyle "moron" bir giriş yaptım, mutluyum. İngiltere nedir yani? İnsanları daha sarışın, daha renkli gözlü,  havası buralara nazaran daha soğuk, çayları soğuk, insanları soğuk, ingilizce konuşulan, dini hristiyanlık, baskın mezhebi anglikanlık olan yabancı bir ülke. Bunları yazarken tatmin olurum İngiltere den diye düşünmüştüm ama olmadım ya. Kendi ülkem beni tatmin ediyor, hatta tatmini bırak "dadmin" ediyor, sen ne diye kalkıp başka bir ülkeye gidiyorsun? Biz neyini eksik ettik senin? Hastalandığında yanına çorbanı koyduk, daha da kötü hastalandığında elini yüzünü yıkadık, iyice hastalandığında altını bile değiştirdik. Hapşırdığında peçete reklamı tadında o kadar ülkenin arasından çoook uzaktan koşarak yetiştik, peçeteyi çıkarttık, sen tam hapşırdığında ağzını kapadık, bir momentum hatası yüzünden burnunu kapayamadık, bütün ellerimiz sümük oldu. Pis.

Şaka bir yana nasıl gidiyor orada hayat? Yan dairenizdeki "coook tatliii" olan çocuk n'apıyor? Selam söyle haylaza. Selam söyle yaramaza. Alsın selamımı puşt. Yok hani söyle de öğrensin piç. Öğrensin de merak etmesin yakışıklı p.zevenk. Öğrensin ya yazıktır .mına koydumun çocuğu. NEFRET EDİYORUM LAN SİZDEN YAKIŞIKLI O... ÇOCUKLARI. GİDİN BAŞKA KAPIDA OYNAYIN! KAMYON GELECEK BURAYA!

Bak beyaz, bembeyaz tenli kadınların&kızların olduğu bir memlekettesin madem, yaşa orada esmerliğini, ne bileyim kahverengi gözlülüğünü. Hatta ingilizcene ispanyol aksanı ver azıcık, tadından yenmez o zaman. Orada yiyeceğin yemek için restaurant arama hiç, sokaktan tatlar yakala. Fish and chips takıl mesela, London Eye'a binmek için 50 dk bekle. Londra'yı gez, ama yalnız gez, en fazla bir kişi olsun yanında. O da olmasa daha iyi, inan bana, kaybolmamaya çalış. Nereleri görmen gerektiğini yazmama gerek yok sanırım. Var mı? Hayır mı? Tamam o zaman, sen işini bilirsin.

İngiliz arkadaşlarımızı şaka yoluyla da olsa aşağılama, egoları felakettir (hoş bizde çok az sanki), uzlaşmacı olmaya çalış, koyudurlar çoğu konuda, tutucudurlar. Bununla beraber bir İngilizle ingilizce konuşmak ve bazı konularda tartışmak, ingilizce konuşan çoğu insanla konuşmaktan daha farklıdır, ingilizce konuştuğunu hissedersin. "Türkiye" adını da geçirme çok fazla, tavsiyem değildir.

Manyak gibi para harca, kumrular gibi seviş. Son dediğim de şakaydı ha, ciddiye alma. Ya da al, hayat senin, anılar da senin olacaktır. Neyse, deli gibi para harca. Al, al al. İstediğin her şeyi al. Buraya gelince havasını sen atacaksın, unutma. Sonra beni de düşün, arkadaşlarına "Ya kızlar bizim de bir Utku var, çok iyi çocuktur,  nasıl anlayışlı zeki çocuktur görmeniz lazım. Gerçekten, sempatiktir de, ingilizcesi benden daha iyidir. Evet evet o da kahverengi gözlü benim gibi, uzun boylu. Edebiyatla ilgilenir, müzikten anlar, hayattan beklentileri vardır, kızları da üzmez, melektir adeta, sadıktır. Tabi yazayım tam adını, ekleyin feyste. Mailini de veriyorum..." falan de. Gerçekten istiyorum bunu, sen benim İngiltere'deki şubemsin, unutma bunu.

Bu yazı mektup tadında oldu. Ama yorum olarak ya da mesaj olarak cevap ver bir şekilde. 8 günde lütfen dediğim şeyi yap, benim de adım geçsin oralarda. Hep beni konuşun, hep ben, ben ben ben.....


Simru Göven ('e)