16.5.13

Life (Owned) Goes On

*Yaşamayı ciddi anlamda düşünen insanlara kalsa, intihar etmek suç. Her ne olursa olsun birini öldürüyorsun, diyorlar. Maktulün katilini öldürmesi, giderken kendi arkandan sifonu çekmek değilse nedir?

Yaşamayı hakkediyor muyum? Bir kere bile ölmüş olan her insan, göğsü toprak olmuş güzel insanlar adına bunu düşünmelidir. Sen, sen hakkediyor musun yaşamayı? Ölmek, yaşamak kadar kolay. Öldürmek, eğer kendini öldürmekse, kendi yatağına sarılıp ölmek.

*Sürekli yaşayacağını sandığını bildiğim insanlara âşık olmak, ölmeyi ve öldürmeyi kabullenememiş bir bünyenin zayıflığını yanında bulundurma, onunla sevişmeye boyun eğmek demek. Çok az şeye boyun eğer güçlü insan. Kendi adıma en çok, ölümsüzleri severken eğilmiş boynuma bir satırın inmesini düşledim.

Sevmenin en kötü yanı da işte budur, insan hep yalnızdır ancak yalnızlığı konusunda yalan söyleyen meleğini kaybettiği an gerçekle çırılçıplak kalır ve dün olur; bugüne gelene kadar unutulur.

Ölüm yanında aşk, kötü çizilmiş bir çiçek gibidir.

Her ölümlünün değeri, tanrılarının çektiği fotoğrafta çıktığı kadar net. Abartıldığı kadar değil ölüm, ölümlü gözlerimle gördüm, insan kanatlanmıyor, oğlunun ve karısının çok sevdiği gülüşü kanına karışıp sırtında birikiyor ve bir ağırlık olup tabuta konuluyor. Ne kadar güzel ölürseniz ölün, kefen gülüşünüzü perdeleyiyor.

Eğer bir tanrınız yoksa, kefen ile gizleyeceğiniz hiçbir şeyiniz yok demektir.

Suyun yaşayabileceği en güzel şey kana karışmaktır. Şanslı olan damlalar, damarlara karışır. Ölüm, bu hayatta suni ne varsa o kokar; sabun, hastane, kolonya... Ölümün kokusu insanın üzerine siner, ve montuna, ölümün aldığı insanın montu, sevginin askıya asabileceğiniz şeklidir.

*Kaybetmek, bir yorum sorusudur.

Yaşlı evlerinde ölmüş derilerdir nostalji dediğimiz şey, asla üzerine düşünmeye cesaret edemediğiniz şeylerin lapasıdır ve bir gün tabağınıza helva olarak konur.

Herkesin dediği gibi, hayat devam ediyordur, fakat sevdiğinizin odasının kapısı suratınıza kapandığı için, navigasyonunuz ve enerjiniz düşmüştür; o odada bıraktığınız bir şeyler mutlaka vardır.

*Kendini öldürmeyi kafasına koymuş bir insan dürüsttür. Çoğu susar, söylenecek her şeyi kendisi adına başkaları söyleyecektir.

Karanlığın sardığı kafesinizde, her sabah hiç beklemeden ölmenizi bekleyen evren ve kurallarını göt etmek değildir amaç, bir sonraki sabaha ölecek olmanın rahatlığıdır.

Ölüm, bütün sırt ağrılarının çözümüdür.

İntihar etmek, asla yoğun bakıma girmeyecek olmanın altın biletidir.

Ölüm beni almadan, bir gece yanına gideceğim ve sabaha kadar sevişeceğiz.

Belki sabahı çıkartamayız bile.

13.5.13

Sessizlik Hali

Bunca yıldır yol giderim, hiçbir yolculuğumda bu kadar sabırsızlandığımı hatırlamıyorum. Öyle zor geldi ki gözlerimi açtığım andan şimdiye kadar beklemek... Dişlerimi üstünkörü fırçalamış, bir yandan aynada kendime bakmıştım; lavaboya tükürdüğüm kanla karışık diş macununu alıp götürdüğü gibi suyun, gitmenin heyecanına kapılmış gidiyordum ben de, öyle ki düşüncelerim şakaklarımı patlatacak gibiydi. Kendimi durduramıyor, durdurmak da istemiyordum, üzerime bordo gömleğimi geçirip arkamdan kapıyı çekiverdim; uzunca bir süre geri dönmemeyi planladığım hayatımı iki sefer kilitlerken anahtarı düşürdüm. Evet, gerçekten de gidiyordum.

Sabah rüzgarlarını sevdiğim zamanlardaydık, ben de hanidir bekliyordum ya bu günü, gökyüzü yüzüme karşı ağız dolusu esnedi. Baktım, saat tam altıydı, gitmenin tam saatiydi, arabama binmiştim. Gündüzlerini yarı uyanık kahveye oynadığım her güne tepkiydi bu kadar dinç olmam. Hiçbir şey beni yıkamamıştı, kendime söylediğim her yalanın telafisiydi mutlu olacak olmam.

Bu saatlerde yollarda az insan olurdu, özellikle benim bulunduğum istikamette... Her sabah işe böylesine ferah bir yoldan gitmek, hayatımı çekilir kılan ayrıntılardan biriydi, her kalabalık gecenin öncesi bir nefes almak demekti. Sonra; evim, o da tıpkı yollarım gibi sakin bir yerdeydi; asansörle altıncı kata varır, sürekli dolu kafamı akşam kahveleriyle şöyle bir çıkartır, balkondaki masama güzelce koyardım; pek hoş olurdu oradan gökyüzünü izlemesi. Şimdi içimde kahve ve ağaç kokusu sinmiş ne varsa gerçekleştirmek vaktiydi, ben de arabayı her zaman park ettiğim yere bırakıp çıktım.

14 numaralı dairenin kapısındayım, paslı metal ile numarası işlenmiş beyaz bir kapı bu. İtsem açacakmış gibiyim, gayrı ihtiyari itmeye yeltendiğim aralık da ayaklarımın dibinde ağzında gazete olan köpekle göz göze geliyorum, köpeğin tek kulağı yok; kırılmış. Kapıyı iki kere tıklatıyorum, zili çalarsam uyanmasından korkarak, çalmazsam ise biliyorum ki asla uyanmayabilir. Ses yok, iki kere daha tıklatıyorum, köpek bana bakıyor, buz gibi mermerden gözleriyle dünyanın bütün vaktine sahip olduğunu belirtircesine bakıyor. Zili çalıyorum.

Ayten karşımda dikiliyor, ağzı, yüzü, gözleri uyku kokuyor; uyku kokan gözlerle içeriyi işaret edip 'geç,' diyor,bir elimle kirişe yaslanıp diğer elimle ayakkabımı çıkartıyorum, bu babamdan kalma bir alışkanlık. Değil bu çok iyi bildiği hareketimi fark etmek, kapıdan amuda kalkarak girsem ruhu duymayacağı kadar uykulu durumda Ayten. Alkış beklemeksizin arkamda koskoca bir dünyayı bırakıp kapıyı kapatıyorum.

"Bir kahve koyayım mı sana?" diyor. "İstemez," diyorum, "ben gidiyorum."

-Nereye gidiyorsun be?

Oldum olası böyle bir kadındı Ayten. Bölünmüş bir parçaydım sanki ikiye, neyi kovalarsam kovalayayım dönüşümde kapıyı bana açan hep Ayten'di, bol köpüklü kahveyi hazırlayan yine Ayten ve beni seven Ayten, asla ondan başkası olmadı.

-Uzaklara, söyleyemem.
-Neden?
-Söylersem yanıma gelirsin de ondan.
-Onu sormuyorum, neden gidiyorsun diyorum.

Ufak tefek bir şeydi Ayten; benim hayatım boyunca olmak istediğim gibi; resimdeki küçücük detaydı...:

-Ayrıca deli midir nedir, gitmeyi istiyorsan asla gelmem yanına.

Görünüşe göre ben o detaya bakmaktan bütünü görememiştim...:

-Öyle değil be Ayten, kafama girer, gitmek bilmezsin. Ben, her şeyden uzaklaşmak istiyorum.
-Sırt çantanı çıkart da otur bir şöyle.

Sırt çantamı aldı. Bu arada kahvelerimiz hazır olmuştu. Ayten, lacivert geceliğine vuran güneşten doğruca gölgesine bakıyordum, elleri belinde, beni dinliyordu.:

-Kahveler, Ayten. Taşmasın.

Hızlı kadın adımlarıyla yürüdü ve hemencecik geri döndü. Pat pat pat pat. Hayatımın ritmiyle senkron atardı hep adımlarını. Öylesine ruhuma hitap ediyordu ki ondan dökülen ezgiler...

-Sorumlulukların olduğunu biliyorsun.
-Biliyorum.
-O zaman ne halt etmeye gidiyorsun ya?
-Gitmeliyim biriciğim, biliyorsun, yıllardır bunun hayalini kuruyorum. Hem kaç yaşına geldim artık, ona buna hesap vermekten, bir oraya bir buraya sürülmekten bıktım yahu artık. Nefes almaya ihtiyacım var, çok doluyum.

Salonun penceresine bir yaprak vurdu, yeşil, yemyeşil bir yaprak. Ayten'le deri koltukların üzerinde oturarak beklettiğim şeylerin kısa bir ön gösterimi gibiydi o yaprak, sanki cama değil, göğsümün orta yerine vurmuştu. Yaprağı kurutacak kadar yeşil iki göz üzerimdeydi, sağ kaş havada..:

-Sürekli bahsettiğin tren yolculuğunu diyorsun değil mi? Biletini falan aldın mı, yapacak mısın gerçekten bu yolculuğu? Yoksa bu sabah falan mı verdin kararı?
-Evet Ayten, yapacağım, hem de aynı çocukken planladığım gibi yapacağım.
-Utanmıyor musun çocuk gibi ağlayıp sızlamaya?

Utanmıyordum:

-Gideceğim, Ayten, basıp gideceğim buralardan, tıpkı hayalini kurmuş olduğum gibi gideceğim ve sen de beni bal gibi de özleyeceksin. Sonra pişman olursun bu söylediklerine.
-Kimse seni özlemeyecek beyefendi. Bunu bilemeyeceksin. Kaç treniyle gidiyorsun?
-Söylemem.
-Nedenmiş Cavit efendi?
-Eğer söylersem...
-Eee?
-Söylersem peşimden gelirsin.
-Mis gibi evim var düzenim var, niye geleyim? Çok canım çekerse ararım konuşuruz, ölmem ya?
-7.30 treniyle gidiyorum. Vakit daraldı.
-İyi, kalk git artık hayallerinin yolculuğuna mı nereyeyse, yoksa yetişemeyeceksin.

Kalkmaya yelteniyordum ki kahvemi elime tutuşturdu.

-Sağ olasın güzelim.
-Güzelim deme bana, insan bırakıp gideceği insana güzel şeyler söyler mi? Nereye gidiyorsun bensiz?

Bu soruyu sormak aklına henüz gelmişti.

-Söyleyemem Ayten, yapamam bunu.
-Kız gibisin be Cavit sen de. Küçük kırılgan çiçek, olmuyor, yakışmıyor sana.
-Yapabileceğim bir şey yok.
-Yapabileceğin çok şey var. Ayrıca ben sana nereye gidiyorsun derken, beni bırakıp nasıl gidiyorsun demek istemiştim, her anlaman gerekeni ben mi söyleyeceğim sana be?
-Gidiyorum ben Ayten.
-Hiçbir yere gitmiyorsun. Sorumlulukların var.
-Neymiş sorumluluklarım?
-İşin.
-Levent'e bıraktım, gittiğim yerde bakmama bile gerek kalmayacak.
-Para sıkıntısı çekiyoruz. Nasıl yapacağız sen bir çocuk gibi çekip gidersen?
-Ayten, param var, her şeyi düşündüm.
-Projelerin? Bahsettiğin Çek firma?
-Yahu yemişim çek firmasını! Kafa dinlemeye gidiyorum kafa! Kaç yıllık hayâlim.
-Ben ne olacağım?
-Canım temelli gitmiyorum ya.
-Sen ne olacaksın?
-Ben iyi olacağım. Belki özlemine dayanamaz yazarım sana.

Durdu; bakışları parkeye vuruyordu. Öyle güzel donup kaldı ki, kapının önündeki köpekten daha heykeldi. Zamanı dondurdu, yaşayan her şey Ayten'in cevaplarıyla beraber tükenmiş, bitivermişti, inanmaya değer tek şey oydu. Hep korkardım o böyle susunca, canının çok acımasından, canımın çok acımasından korkardım. Bana baktı:

-Git o halde.
-Merak etme, geri geleceğim.
-Git. İstemiyorum seni burada.
-Seni çok seviyorum.
-Defol git buradan!

Kapıyı suratıma kapattı. BAM. Yapraktan arta kalan erkekliğimin, özgürlüğünün peşinden gitme zamanıydı şimdi. Köpeğin olmayan kulağını ayağımın ucuyla dürttüm, taştan gözleri tepkisizdi. Başımla önce paslı metal ile numarası işlenmiş beyaz kapıya, ardından taştan köpek leşine selam çaktım ve asansöre bindim.

Arabanın kapısını kapattım. Buradan istasyona varmam yaklaşık yirmi dakikaydı, arabaları eklersen otuz; tam olarak özgürlük olmama ise kırk beş dakika vardı. Mükemmel bir zamanlama ve güneş arabamın ön camına vuruyordu, oradan göz bebeklerime ve onlar küçüldükçe güneşe yaklaşıyordum. Sonunda, sonunda özgür olacaktım.

Her şeyi arkamda bırakıyordum; Ayten'i, işimi, dostlarımı, korkularımı, evimi, aidatımı, aidiyatımı, her şeyimi, kendi derimden kurtuluyordum ve eğer işler planladığım gibi giderse ortasında pişeceğim bir çöle düşmeyecektim, bu açıdan yaşayan en şanslı yılandım. Kırk altısında her şeyi bırakmaya karar vermiş bir adam-insanlar ne derdi?- ve onun kitaplara konu olacak güzellikte yolculuğu... Ne güzel şeydi böyle şeyler düşünmek!

Ayaklarımda açık kahve ayakkabılarım, Ayten ile yalnız bıraktığım evden kursağımda kalmış bir şeyler vardı. Bir şey içimi kemiriyordu. Ne olabilirdi bu? Düşündüm, kahve, bol köpüklü açık kahve; evet Ayten'in kahveleri lezizdi fakat kahveyi es geçmeseydim şimdi burada olmayacaktım, basit bir kahveye karşılık bir kaçış imkanı ve anlamlı bir 7:30'a sahip olmuştum, adilden de öte bir anlaşmaydı bu. Yine de -niyeyse- rahatsız hissettim kendimi.

Trene oturdum ve okumak için söz verdiğim kitaba başladım. Kitapta, trenin tam saatiydi, saatime baktım, trenimin tam saatiydi. Her şeye çok yakındım. Düşlerime dokunmayı düşledim, kafamı cama yasladım ve gözlerimi kapadım. Bir el omzuma dokunacaktı ki uyandım, genç bir adam:

-Beyefendi, biletinizi görebilir miyim?

Gülümsedim ve çantama yöneldim.

Yoktu.

Sırt çantam yoktu.

Kafamı kaldırıp bavulları koyduğum yere baktım.

Olamazdı.

Ayten.

Kursağımda sırt çantam kalmıştı.



-Kusura bakmayın beyefendi, biletiniz yoksa sizi almamız mümkün değil.




Oturduğum banktan doğruldum ve giden trenimin arkasından el salladım.

Şimdi burada, Ayten'i, işimi, dostlarımı, korkularımı, evimi, aidatımı, aidiyatımı, her şeyimi elli kilometre geride bırakmış, yapayalnız oturuyordum. Arkamı döndüm, uzaktaki tepede çimenler biçilmeyi bekliyordu. Yapacak pek bir şey yoktu, rüzgâr eser ve saatler teker teker geçer, sonunda yine evlere göçerdik. Gülümsedim, gözlerimi kapatıp derin bir nefes aldım; fark ettim ki bir anlığına da olsa; tıpkı yıllardır hayalini kurduğum gibi yapayalnızdım.