Hayatımın en ciddi kararlarından birini aldım. Tam iki gün önceydi ben düşüncelerimde kesin bir karar aldığımda. Hani derler ya "hayat beklemez" diye, ben de beklemeyecektim gereksiz bir uzvu olduğum bu hayat gibi.
Bir evim vardı benim. Küçük bir bahçesi, küçük pencereleri ve büyük bir kapısı vardı. Severdim evimi, şimdi ise uzağım, çok uzak. Evim iğrenç yansımama ve bana yetiyor da artıyordu bile, ama çoğunuz alışkısınız rahata, size soracak olsaydım: "bu ev büyük mü?" diye; "küçük" derdiniz. Canınız sağolsun, ben mutluydum bu evde, zaten önemli olan da bu.
Tam iki gün önce, dişlerimi takırdatan soğuk kuzey rüzgarının -ki o rüzgar da kuzeye ait olan çoğu şey gibi katıydı, sertti- estiği o gece, ben mütevazı evimin pencerelerinin baktığı sokağın başından sıcak yuvama doğru yürüyordum. Yumruklarımı sıktım, tırnaklarım avcumu yaktı. O an utandım kendimden, yalnızlığımdan.. Ağzıma doladığım şarkıyı hakketmiyordum, değil şarkıyı, en küçük bir mutluluğu bile hakketmiyordum. O an gözlerimin içine yansıyan filme takıldı gözlerim. Bu film, benim hayatımdı. Tek kelime bile eleştirmek istemiyorum, benim size tavsiyem izlemeye vereceğiniz parayla güzel bir haftasonu geçirin.
Ağzımdan çıkan havanın beyaz sıcaklığını izleyip bunları düşünürken, evime kadar gelmiştim. İstemsizce duraksadım ve vücudumu kapıya çevirdim. Bahçemin içinden evimin kapısına giden on iki taşı yavaşça geçtim, ve kapıya ulaştım. Kapıyı açtım, ve satın aldığım karanlığa gülümsedim.
Ayakkabılarımı çıkartmadım. Montumu, beremi, eldivenlerimi de çıkartmadım. Işığı da açmadım hatta. Bunları yapmak yerine tek odalı evimin tek boy aynasının karşısına geçtim.
Yan duvardaki pencereden içeri giren ışığın nedenini bilmiyordum, hiç bir zaman da bilemeyecektim. Zaten umrumda da değildi, benim ihtiyacım olan şey o ışığın beni ayna karşısında görünür kılmasıydı, bu da oldu zaten. Kendime baktım, kendim bana bakmadı. Doğruca eğilmiş kafasına bakıyordum onun. "Hey, dedim, yüzüme bak."
Bakmadı. Bağırdım, bakmazsa kendisiyle daha farklı konuşacağımı söyledim. Sonra usulca kaldırdı başını. Şimdi yüzüme bakıyordu fakat gözlerime bakmıyordu. O haline acıdım. Konuşmaya nasıl başlayacağımı bilemedim önce, sonra "sıkıldım, dedim, ayrıca senden utanıyorum."
Neden utandığımı sordu. Lafı geveledim. Ona 'kendimden başka suçlayabileceğim tek kişisin' diyemedim. Beresini düzeltti, gözündeki bir damla yaşı sildi. Şimdi ne olacağını sordu, bilmediğimi söyledim. Bal gibi biliyorduk ikimiz de bunu, zaten her seferinde bilirdik birbirimizin ne düşündüğünü. "Sana bakınca kocaman bir yalan görüyorum," dedim ona. Özür diledi. Özür dilemesinin saçma olduğunu, üstelik gereksiz olduğunu söyledim. Ne yapması gerektiğini sordu, ben de tek çarenin ikimizden birinin gitmesi olacağını söyledim. Ağladı, çok ağladı. Ağlamamasını söyledim, daha çok ağladı. Ağladım.
Sonra gözlerini sildi. "Seni her zaman sevdim," dedi kendim bana. Aynanın öbür tarafından gülümsedi zoraki bir şekilde. Ben de onun bu haline ağlayarak güldüm. Benden daha cesurdu o. Sonra "Hoşçakal," dedi. Elini salladı, ve aynadan yürüyüp gitti.
Aynaya baktım. O yoktu. Sağa baktım, sola baktım, yine yoktu.
Dizlerimin üzerine düştüm, boynuma bir uyuşma hissi gelmişti. Başımı tutan ellerim haddinden fazla sıcak ve ıslaktı. Olsun, ondan kurtulmuştum. Yere düştüm.
Sonrası malum. Buradayım işte. Bunları okuduğuna şaşırma, bunları sana nasıl söyleyeceğimi henüz buraya gelmeden önce planlamıştım, yoksa enayi miyim ben böyle bir riski göze alayım? Buradakilere benim söylediklerimi söyleme sakın, yoksa unuturum seni.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
Buradan yorum yapabilirsin: