26.9.12

Ne Kadar Ayıp

Dağınık bir insan olduğum ve aynı zamanda fazladan heyecanlı ve çabucak gaza gelen bir insan da olduğum için, birden fazla merakımı ve hobimi doyasıya yaşayacak bir zaman yaratamıyorum kendime. Dağınıktan kastım genel tavır olarak dağınıklık, parçaları birleştirmeyi gözümde fazla büyütüyorum, bu yüzden haybeye kaybettiğim, boşa geçmiş zamanlar çok oluyor hayatımda.

Ne diyebilirim ki, merdivenleri çok hızlı inerim ben. Yürürken yanımdan geçtiğim her insanın yüzüne çok dikkatli bakarım istemsiz, bir şeyleri aradığımı düşünüyorum bazen, fakat aradığım yeni bir şey yok. Yaptığım tek şey insanlar üzerinde bu kadar erken kurduğum önyargılarımı haklı çıkarmak, her seferinde tahmin ettiğim şeyi görmek ve buna kendimi iyice inandırmak, bir gün bir yerlerde insanların yüzüne manalı sayılabilecek bir ifadeyle bakıp kesin cümleler kurabilmek için.

Gün içinde çok fazla şey görüyorum ve beni de pek çok şey duygulandırabilir: eski bir kalemkutu, akustik gitar, iyi hazırlanmış bir kahve, güzel bir kitap, eski bir kağıt, es geçtiğim bir nokta, çocuk kıyafetleri, dolabın üzerinde unutulmuş posterler, asla giyilmemiş kot pantolon, eldivenler, kör gözler, amatörce karalanmış şeyler, kırk bir mandal, kırık bir bira şişesi, cırtcırtlı ayakkabı, şiirler, insanlar ve köpekler. Bazen de çocuklar. Bu kadar çok şeyin beynimi her an uyardığı bir hayatta yaşamanın güzel yanı, takıntılarınızı besledikçe daha çok detay bilecek olmanız.

Hayatın gidişatı içinde önemli birer rol alacak insanlar var gibi sanki ve tanrı geri kalanları unutmuş gibi, sadece bir figüranın olması gerektiği gibi aynı özensizlikteler ve koşuşları, gülüşleri neredeyse aynı. Boş vadileri doldurmak için çizilmiş bir takım yaratıklar var, küçük ve uzun burunlu. Dans etmesini bilirler.

Yaşadığım şehre baktığımda görmediğim kısımlarını bile gezmiş gibiyim sanki. Köşe başlarındaki tekel sahiplerinin traşlı yüzleri her yerde aynı gibi. Her şey aynı düzenin kopyalanıp farklı bölgelere dağıtılmasından ibaret, bir iki fırça darbesi dışında oluşumlar hep aynı, merdivenin herhangi bir basamağından düşmek gerekmiyor bunu görmek için, eve geldiğinizde ellerinizi yıkamadan önce aynaya bir kez bakmanız yeterli.

Ruhun bedenlerini rüyalarında terk ettiği soğuk olacağını tahmin ettiğim bir sonbahar ve ardından gelecek olan kış. Ne kadar adildir her şey? Her şey ayrı yazılır. Hiçbir şey de ayrı, fakat birleşik bir hiçbir var sözcükte. Ne kadar az ise elinizdekiler, yine elindekiler az olan insanlarla yakınlaşmak durumundasınız, bazen aynı ev, bazen aynı oda. Bazen de her şeyiniz varken yaparsınız bunu, yalnızca düzüşmek için hiçbir şey olursunuz bir anda.

Şiddetin dalgalarını sokakta hissetmek mümkün. Bisikletimle boş asfaltlarda yolculuk yaparken hep evlerdeki şiddet dalgasını hissediyorum, ensemin oralarda bir noktada, sürekli yer değiştiren bir nokta. Soluk ve doğal olmayan, sarımsı ışık bir çekim hatası gibi, pornografik bir düşünce, ya da sadece dönüp duran bir dizi. Sürekli dönüp durmasını zaten yavan olan senaryosuna borçlu. Bir bass sesi gelir ve o an hepinizin kafasından o anda kavgada olduğunuz geçer, önce dayak yer, sonra kalkıp epik bir şekilde döversiniz o hayvani yaratığı. Müzik arkada çalmaktadır, fakat unutmamalı, kahramanlar efsanelerde olur.

Kitap okurken bir şeylerden uzaklaşmak en kolayı. Sizi oturduğunuz yerden kaldırmak için ant içmiş, yorgun doğmuş orta yaşlıların testislerini koltuklara sürttüğü ve ortalığın yaldır yaldır menapoz koktuğu o çöl sıcağı, bazen de çamurlu yağmur suyu toplu taşıma araçlarında yaratılabilecek en kusursuz dünyayı yaratır kitap. Asla tam olarak kusursuz değildir, işin güzel yanı o kusurlara hayret etmek.

Karanlık yollarda yürürken, nasıl bir saçmalıksa, deli gibi suya ihtiyaç duyar boğazım, kupkuru olur. Birazcık su.

Harbiden de ne güzeldi benim beybileydim ya, beyazdı. Çizgi filmde grubun lideri olan tüysüz'ün beyblade'iydi, ejderhalı falan. Hiçbir zaman sevmedim grup liderlerini. Yazarları da, sadece yazdıkları şeyleri sevdim. Benim gibi yazan insalara hayran olmak onların gölgesinde kalmayı kabul etmek benim için, bir işi gerçekten yapmak isteyen herkes için de bu böyledir. Sonra da beybileydim kırıldı zaten, plastik bir arenada bir mahalle turnuvasında kırıldı. Pazar malı bir beyblade kırmıştı benim beybileydimi. Çok üzülmemiştim.

Para üzerine bir hayatta yükselmek demek, tepsinin üzerindeki süt dolu bardağın incelip uzaması gibi bir şey bence.

25.9.12

Kış Henüz Gelmedi

Hareketli şeyler var gözlerimin önünde. Resim gibiler, belki de bir iki resimden ibaretlerdir gerçekten de. Özellikle çekilmiş, parlak kuyruklu ışıkların olduğu şeyler, karanlıkta yaşamak gibi pasparlak yeşilleriyle yuvarlaklar çiziyorlar. Bir bisikletin arkasından sarkmış kapşonlu tişört gibi, kimin beline bağlı ise bu neşeli havada gözlerimizi odakladığımız manzarada o kadar saçma ki o kapşonlunun bisikletin arka tekerleğine sürtünüşü, görüntüden silmek cinayet işlemek gibi olacaktır, o yanlışlığa alıştıktan sonra bir anda her şeyin pespembe olması -üstelik hava açık maviyken- hoş olmayacaktır. Kalbim piyano tuşlarıyla hunharca oynayan veledin parmaklarının yaratıcılığı ve ilk defa sevişen bir adamın coşkusu gibi atıyor, bir garip, bir güzel. Bazen garip bu güzellik, bazen bir neyzen nefesi kıvamında, olması gerektiği gibi büyülü.

Tren raylarında kaybetmiş olmalıyım seni. Bu kadar büyük hüzün tren raylarında olabilir çünkü, gerisi fasa fiso. Siyah beyaz ve yağmurlu bir tren rayı, üzerinde de eski bir trenin çektiği vagonlar olmalı, mevsim sonbahar olmamalı ama ben sonbahara yormalıyım bu hüznü ilk seferinde. Bir sonbahar sabahında her zamankinden erken kalkmış ve bir şekilde gözyaşlarıyla bir kaldırıma bakıyor olmalıyım geçmişte, bundandır griyi hep o tanıdık acıya yormalıyım. Hiç suçu yokken sonbaharı suçluyor olmalıyım muhtemelen, yağmurların kaybettiklerimizin ruhlarının fısıldadığı sözcükler olduğunu unutmuş, saygısızlık ediyor olmalıyım, kulağıma fısıldadıkları şeyler beni eritse bile, onları dinlemiyorumdur, dinlemiyor olmalıyım.

Soğuk rüzgarların sırtımı okşadığını unutuyorum sık sık, yaşadığım bütün bu karmaşayı, keşmekeşi bir bilinmeyenmişim gibi alıyorum hep, en ucundan, sonucu bulmanız için sadeleşmeliyim. Asla çözülmeyecek sorunun arananıyım ben, yaz sıcakları yaklaştığında bir kenara attığın test kitabının ücra bir köşesinde yanmayı beklemekteyim. Seni beklemekteyim, yaşamımın her saniyesini kurulu olduğum mekaniğin getirisiyle sürdürmekteyim. Sanki varoluşumun bir amacı varmış gibi, sadece tek bir amacım varmış gibiyim. Sarıldıkça özlüyorum köprücük kemiğini.

Beynimle çizdiğim yabancıyı gözlerimi bir noktaya diktiğimde görecekmişim gibi kandırıyordu ya beynim beni, sanki kendi gözlerimle bir anlam bulacakmış gibiyim şimdi de. Cansız iki kan torbasında umudu arar gibiyim, kendi kalbim var iken hem de. Önce bunu, sonra da kalbimdeki umudun yarım olduğunu öğrenmeliyim, diğer yarısı için sağ yanımda bir başka kalp atışı daha duymak gerektiğini öğrenmeliyim en sonunda. En sonunda ölmeliyim.

Baştan başlamayı çok sevdim hep. Her baştan başladığımda da aynı beyinle farklı bir şeyler yaratabileceğimi düşündüm, eskisinden çok daha farklı. Hep bir bahçedeydim yaratmaya başlarken, toprak ve türkü kokardı hiçbir kokusu olmayan çiçekler. Bir de çöl çiçeği vardı, bir kumul koyda, hayatımın en büyük görsel mutluluğunu ve apaçık hüznünü veren koyun insanı üzen güzellikteki kumlarında bitmiş, o küçük kum çiçekleri. Bir tanesini senin adınla mühürlemiştim ve geri dönüş yolunda kaybettim onu, asla tam olarak ait olmadığı deniz suyunda şu an, şişip en azından denizin kumuna ulaşmayı bekler.

Biraz da keman var gibi sanki gözlerinde, dudaklarında, öpüşünde.

Kafamakdaki tek işçi aylardır seni kusursuzca çizmeye çalışmakta. Uyumayı bırakalı çok olmuş, askerler yeminini bozduğundan beri ayakta duruyor, şikayet etmeden yalnızca çiziyor seni; ben ise burada yazmaya çalışıyorum ve asla çizemeyeceğim, asla beni ayakta tutan şeyin hakkını veremeyeceğim. Ne zaman çizmeye çalışsam saçları aynı olmayacak. Beni ayakta tutan şeyin saçları ellerimin eseri değil, şüphesiz.

Daha ölecek çok günümüz var, kış henüz gelmedi.



24.9.12

Bir Not

Hayat pek tabii
Yaşanması gereken
Nefes nefese
Nefeslerin alındığı
Kısa, geniş bir pistte
Farklı isimlerle dönen
Bahsi uğursuz yarış.
Silah sesiyle koşacaklar ise
Bileklerinden zincirli.
Kanatlanıp uçmak için
İki insanın ağzını beklerler;
Çocukları için ölecek,
O iki insanın.
Onlar öldükten sonra
Yad edilir ki,
O iki insan
Uğruna öldüğü çocuklarına,
Ölmeden önce her seferinde
"Dava arkadaşım" derlermiş.

22.9.12

Eskinin Peşinde Koşan Yeni Velet

Hiçbir zaman kağıt ve kalemle yazı yazamadım.

Bir tane şarkı -o da tam değil- ve on-onbeş tane şiir yazdım. Yazmayı denediğim yazılar oldu, hatta başladıklarımdan bir iki tanesini bitirdiğim de oldu, fakat hiçbir zaman 'elime kağıt kalem alıp yazı yazayım' demedim çünkü biliyordum yazamayacağımı, çıkmıyor, parmaklarım yoruluyor, okunaksız yazım sürekli terleyen elimle siliniyor, kağıt buruşuyor, o oluyor, bu oluyor. Hepsi bahane bunların, asla alışamadığım için yarattığım onlarca bahane işte.

Yazım çok kötüydü ilkokuldayken bile. Sınıfın en sakin ve en çok derse katılan palesi olsam da, burnumdan akan sümüğü sürekli silecek ve üstüne başına dikkat edecek kadar titiz olsam da, kafamdaki bütün dağınıklık silik ve küçük, kargacık burgacık yazıma yansıyordu. Benim çok sevdiğim ve bir iki huyunu da lamaya benzettiğim ilkokul öğretmenim, o güzel insan defalarca defterimi siyah pilot kalemle boydan boya çizmişti 'bu ne biçim yazı oğlum' diye. Hakikaten de meymenetsiz bir yazım vardı, bok gibiydi. Gerçekten de bok gibiydi ama, tıpkı bir kakaya benziyordu yazım, kağıttaki kirlilik, her şey.

Sınıfta manyak gibi kitap okurdum, bir de öyle bir huyum vardı. Önceden hayat bilgisi, türkçe vb gibi ders kitaplarının metinlerini okuyup bitirir, sonra da derste kitap okurdum sıranın altından. Sıranın altından tost yiyen arkadaşlarım da vardı, ama benimkisi tam anlamıyla pislik olmakla alakalı bir şeydi. İlk 5 sene adam akıllı ders falan yoktu zaten, hep çok basit sorular vardı, testlerin bile üç şıkkı vardı: A), B) ve C). İçinde bilye, top ve ceviz geçen soruları ciddiye alasım yoktu hiç, hep kitap okurdum. Cümle kurmayı yeni yeni öğrendiğim zamanlarda cümle kurma ödevlerini çok sevdim, sonra da paragraf yazma ödevlerini.

Fakat ne kadar yazı yazma ödevlerini falan sevsem de, yazımın çük gibi olduğu gerçeğini değiştiren hiçbir yalan bulamıyordum. Kabak gibi ortadaydı kötü olduğu yazımın. İlk 'D' harfim kazada alt kısmınının dörtte üçünü kaybetmiş bir 'B' harfi gibiydi. Hiç kimse, tanrı bile bana güzel yazmak gibi bir opsiyon vermedi.

5. sınıfta dersin bitmesine yirmi dakika kala deftere karaladığım öyküye baktığımda gördüğüm aynı öyküyü bilgisayarda temize geçtiğimde gördüğümden çok daha tatsızdı. Yazdığım öykü bir anda bir iskelete kavuşmuştu, her ne kadar yavan bir öykü olsa da. Sonra o yavan öykü beni sürekli olarak yazmaya itti, orası ayrı konu.

Peki madem böyle, siz soracaksınız, 'Roman olur lan bu' dediğin uzun öyküyü ve diğer bir kaç tanesini neden ısrarla kağıt ve kalem kullanarak yazıyorsun?

Cevabını şöyle vereyim: Israrla alakası yok bunun, güzel fikirler her zaman bilgisayar ekranının karşısındayken gelmiyor aklıma, eve döndüğümde de kağıda yazdıklarımı buraya geçmeye üşeniyorum, olay bu.

Yine de en güzel yazılarımı kağıt ve kalemle yazacakmışım gibi geliyor bana. Sonra da yalanlara inanmayı öğreniyorum ve burada yazı yazıyorum, hiçbir zaman sahip olamayacağım düzgünlük ve istikrara sahip bu sanal yazı tipiyle bir şeyler aktarıyorum sizlere. Bunları aktarırken ise aklımda hep şu var: Bunca yıldır sıranın altından okuduğum hiçbir kitap el yazması değildi.

Yok

Zaten yalnızsındır her gece. Yalnızlık da gereklidir vücuduna, tam olarak insanlara ihtiyaç duyduğun kadar, fakat tek taraflı oldu mu insan yırtıp kurtulmak istiyor bedeninden. Önce yağmuru beklersin, yağmur gelir. Damlaları yarıştırırsın camda, elinde olmayan kadere rol biçersin, kendi yalnızlığının tanrısı olursun. Sonra yağmur gider, yapayalnızsındır tekrar. Geri dönmeyi düşünürsün, her şeye, her doğruya ve her yanlışa. Eskisi gibi olmak istersin, fakat eskisi de soluk sepya bir fotoğraftır. Eğer bir şeyi bekliyorsan her gece, zaten yalnızsındır. Bekledikçe uzaklaşır teker teker, önce yağmur, sonra da sözcükler. Yalnız beyninde yankılanmaktan vazgeçer ve bırakır gider seni sözcüklerin, sesin. Yarımsındır, az kalmışsındır. Her şeyin gidişini izlerisin o andan sonra; yağmur, sözcükler, sesin, ismin, bedenin, düşüncelerin. En son da umut gider, o gittikten sonra pencerenin önünceki bekleyişin de biter, sen de o eski soluk sepya hayatına geri dönersin.

19.9.12

18.9.12

Şeytan Akordiyonu

Siyah elbisesi ve siyah ayakkabılarıyla oradadır, görürsünüz. Bir eli belinde, diğer eli boş. Havada daireler çizer bu elin işaret parmağı. Garip bir dansı var onun, karanlık çöktüğünde bitirir dansını, yarım şişe brandysini ait olduğu yere bırakır, hiç şüpheniz yoktur onun geldiğinden ve orada olduğundan, siyah pabuçlarıyla toprağı ezer. Sırayı unutmamalı, bütün bunlar serenadının sona ermesine yakın, alacakaranlıkta olur. Önce yerleri parke olan bir eve damlayıverir siyah kravatıyla, kösele ayakkabılarının altında parke çatırdar, güneşin pencereden eve girdiği dikdörtgensel bölgededir o, kafasındaki tüylerle sakalı birleşir, bir dağ cücesi gibidir, yüzü güven verir ve hep saf bakar,siyah kıyafetleri parlaktır, güzel dans eder. Evin içi menekşe kokar, çok neşeli görünür her şey, günün en donuk saatinde gelir ve zamanı eritir. Dudakları sürekli oynar, gözlerini göremezsiniz, gözlerinizi iter gözleri, sesi hareket eden beyaz ve boş bulutlar gibidir ve güneş battıkça boyu uzar, sakalları yok olur. Fısıltılarla hareket eder ayakları, pembe duvarlı evin ahşap kapısını ufacık aralayarak dışarıya çıkar, dans ederek yürümektedir. Kel bir tepeye yöneltir bacaklarını, tepeye yaklaştıkça dans edişi önce sekerek yürümeye, sonra da hafif sallantılara dönüşür, mutlu hareketleri bir duyguya sahip değil gibidir. Gerçek dışı bir müzik yaratır etrafında, sadece dönüp bakmaya tenezzül eden insanların işittiği bir müzik, omuzları ritmi vermektedir, sürekli aynı ritim ve tepeye ulaşmıştır. Sonra bir mezarın karşısına geldiğinde dans etmeye yeniden başlar, olduğu yerde dönüyordur, siyah ayakkabıları toprağı ezer ve yine durup okumayı asla akıl etmeyeceğiniz şeylerin yazdığı mezar taşının hemen yanına yarım şişe brandysini bırakır, ağzı deniz taşları kokar. Sonra ellerini çiçekli toprağa sokar, ağlamak istersiniz bu trajediye o an. Sonra gözlerinize bakar, sizi dans etmeye çağırır ve siz de çiçekli toprağa batarsınız yavaşça, ta ki tamamen toprağa girene kadar. Toprağa girdiğinizde o çiçeklerin menekşe olduğunu anlarsınız. Karşınızda ise pembe duvarlı ev vardır, avlusuna güneş ışığı düşen.

17.9.12

Alt Başlık

Kafamda dans eden
Bir deste peri
Bacaklarını koparıp
Tuza batırdığım
Şiirlerim kadar düzensiz
Bir kaygısı olmadan
Yüzmeye devam eden
Leyleklerin uçtuğu
Kısa mesafe turları
Sonunda tutacakmış gibi
Kırık kanatlarını çırpıp
Fısıltıyla süzülürken
Aklı yarım periler
Hep sordular o soruyu
Ben hiçbir şey bilmem
Küçücüktüm
Karanlığı yeşilde aradım
Yanlış doğmuş adamın
Doğru bir beli mi olurmuş?

Vururururu Civivivi Ciuuuuuvv

Her ne kadar dünyada tam olarak güvenli bir nokta olmasa da, yaşayacakken olmuş olanın en güvenlisinden istiyor insan, ölmeyeceğiz çünkü son ana kadar, benim aldığım her karton meyve suyunun sonu gibi olacak hayatımız, folloş edeceğiz alabileceğimiz son damlasını alana kadar. Her ne kadar -iki etti-  yaşamayı, yaşandığı kadar yaşamayı istemsizce gaye edinsek de, çok korunlaklı ama yalnız olmak istemez insan, kafayı yer. Düşünsenize lan, metalden, yer altında kocaman bir odadasınız, yemek falan hep var, temizsiniz, ortalık da tertemiz, virüs bakteri vb hiçbir şey yok, size mikrop bulaştırma ihtimalleri olacağı için başka insan da alınmamış, radyasyon yok, hiçbir şey yok, yalnızca siz ve gerçek hayattan koparılmış olan hayatçığınız var. Güzel değil di mi? Zaten o dediğimiz şey yaşamak değil, mümkün olduğu kadar çok zaman geçirmek bu dünyada, ama yaşamak asla değil. Yaşamak televizyonlardaki operatör reklamlarının "gencim, ooh kodum mu çocuu" gibi bişey sanki, yani onun kasıntı olmayanından düşünün, gündelik işler falan da var, her şey var.

Hiç o konuya girmek istemiyorum, bu sefer konu başka o yüzden şöyle bağlayayım hemen:

Her ne haltsa yaşamak, benim de uğruna yaşadığım şeyler, hayallerim var. Hayalleri olmayan insan mı olurmuş lan. Hayallerle yaşıyor gibi sanki bütün insanlar, bir saniye dahi boş durmayı bilmeyen beynin kafamızı meşgul eden gereksiz düşünceleri için bize özrü gibi hayaller, bağış gibi, kan gibi bir şey. Hayallerimi oturttuğum temel ise daha sağlam: Hedeflerim. Çok yoklar, küçük olanları saymıyorum, fakat hedeflerim benim "ne halt etmeye yaşıyorum?" sorumu sürekli olarak ertelememi sağlıyor, yardımcı, sonradan biçilmiş işe yararlık, sonradan eklenmiş bir kader. Kendi ellerimle eklediğim bir kader, kendi dünyam, kendi varlığım, kendi yalnızlığım. Bunlar beni ilgilendiriyor.

Ölüm ne zaman, neden, ne için? Nasıl vuracak, nereyi koparıp atacak? En korumayı akıl etmeyeceğim ayak bileklerimden mi, yoksa iki gözümün arasından, iki gözümü ve bütün yüzümü delik deşik edip cesedimi diğerlerinden farksız kılacak parçacıklar halinde mi? Bunlar da beni ilgilendirir, fakat bu soktumun sorularını hiç kendime sormadım. Belki küçükken sormuşumdur, bir de şimdi soruyorum işte. Zaten ölüm, kabullenmemiş bünyelerin bıkıp usanmadan gömdüğü ve çok alakasız zamanlarda üzerine basıp küçük yaralar aldığı, amatör bir mayın gibi. Kabullenmiş bünye bunu yaşamıyor, bunu biliyorum.

Lan ahahahahah çok komikmiş ahahahah
Her ne olacak, ne zaman olacaksa olsun buna ağlamak, sızlamak yersiz. Bir amaç biçmek en akıllıcası gibi gelmişti bana, hala da öyle geliyor, anlamımı anlamlı bulduğum şekilde yaratıyorum kara kalemle, ya da renkli tuşlarla.

Benim yolumun biraz da olsa üzerinde yürümüş olan insanları seviyorum, yürüyecek olanları daha çok seviyorum. Açık mavi aydınlık gökyüzünün altında çiseleyen yağmurla ıslanan hafif çamurlu bu yolu seviyorum, beni yolcu yapan şey bu yol. Benim düştüğüm ve düşmemeyi öğrendiğim bu yolda tökezleyen insanlara elimi uzatıyorum, uzatacağım da. Farklı yollardaki insanlarla o kadar yakınlaşıyor ki bazen yolum, bazen sadece incecik bir çimenden çizgi kalıyor arada, bazen de hiçbir şey kalmıyor ve hemen sağ elimi uzatıyorum, ona uzanıyorum ve beraber yürüyoruz, tıpkı şu günlerde olduğu gibi, beraber, düşmeden, sadece tökezleyerek.

Şöyle de salak bir dörtlük yazayım hemen:


Sonsuzluktan bahsediyorsun

Ben gölgeleri göremem ama
Yaşarken ölen insanlar gördüm
Her şey devam ederken

16.9.12

Kelp

Bir delik arar olmuş kelpler
Yokluk bilmez lakin ..tü eller;

Meydan kor, hüsranla yanıyor
...ki tutmuş ecnebi ..tü arıyor

Sefalet her gönülde cenk yarası
Sanırsın çekerler ..kiş acısı

Hürce kükresin yiğit dediğin
Azaba koşarken ..rağı yediğin

Marifet değil doğruyu hatmetmek
Bir çuval incili ...rrakla mahvetmek

Hınç dersin yarim, nedir, ezberle utancı
..m diye düştüğün yarlardan bu kaçıncı?

Fevkaladelik koskaca bir yalandır
Kim buldum derse ..bneye kanandır

Aşk-ı acun salt hülya mı dersin?
Ben mi halledeyim yoksa sen mi ..kersin?


10.9.12

Bir Yanlışınız Olmalı

Çektiğim acı
Var ile yok arası
Birazcık ağrır
Ayak tabanlarımın aşağısı
Şikayetçi değilim
Yürümek buna değer

Bir nehrim var
Ovadan dağlara akar
Debisi bilekleri keser
Ben bacaklarımı çıkarır
Yüzgeçlerimi giyerim
Yüzmek buna değer

Hayatımdaki utku
Hep kalbimin içinde
Çakılı ve sabit istekle
Kör bir marangoz işi
Ne zaman kör olsam
Hissetmek buna değer

Ellerim silah bilmez
Avuç içlerim tırnak izi
Bir kabza tutmuş olsam
Yalnızca onu kırmak için
Kan tutsa da beni ayakta
Sevmek buna değer

Tek varlığımdır belki
Ağzımdaki marş
Yüzümdeki ter
Dudaklarımda telaş
Unutmak hepsinden beter
Yaşamak buna değer

Bir dönüp baktığımda
Bir daha dönsem
Kendimle karşı karşıyayım
Yaşlı ayna lekeli ve dürüst
Yaşlanmak bize has olsa da
Dürüst olmak buna değer

Ben düşerken yere
Tutanacağım insanlık
Bırakacağım insanlar ise
Boşlukta bile yaşıyorsam
Nefesim sizindir, senindir
Nefes almak buna değer

Bir yanlışınız olmalı
Ben bir melekten çok uzak
Değer bilmez, aşağalık
Nefesini terk etmiş
Küskün plastik su bardağı
Şimdi var bile olmayan


İlginç

Çocukluk fotoğraflarımı ararken bir kutunun içinde, sapsarı bir kağıt buldum. Kağıtta şunlar yazıyordu:

Benim bütün bu garip yaşantım biterken gözlerimi açtığımda gördüğüm var olan yokluk ve beklenen hürlük. Bir yerlere koşuşturmaca ve en sonunda benim gibi yatakta sus pus, lal-ü ebkem duvarı seyrederek ölmece bu ömür, yer dar, vakit kısıtlı, özne ise saklı, senden, benden, hepimizden saklı. Bunca senedir yerinde yatan beynim ise işine geç başlayan yeni yetme bir velet gibi, buruk bir komikliği var, kızasım gelmiyor hiç, gücenmiyorum. Burada ölümü kucaklarken gülümser gibi her şey ve yaşayacağım gün sanki hepsinden daha güzel gibi.

Ama biliyorum ki acımla beraber bulutlar inecek, karanlık çökecek, her şey bitecektir.

Her şey bitecek mi?


9/10/1961