30.10.11

Sadakatsiz

Hayatımın en ciddi kararlarından birini aldım. Tam iki gün önceydi ben düşüncelerimde kesin bir karar aldığımda. Hani derler ya "hayat beklemez" diye, ben de beklemeyecektim gereksiz bir uzvu olduğum bu hayat gibi.

Bir evim vardı benim. Küçük bir bahçesi, küçük pencereleri ve büyük bir kapısı vardı. Severdim evimi, şimdi ise uzağım, çok uzak. Evim iğrenç yansımama ve bana yetiyor da artıyordu bile, ama çoğunuz alışkısınız rahata, size soracak olsaydım: "bu ev büyük mü?" diye; "küçük" derdiniz. Canınız sağolsun, ben mutluydum bu evde, zaten önemli olan da bu.

Tam iki gün önce, dişlerimi takırdatan soğuk kuzey rüzgarının -ki o rüzgar da kuzeye ait olan çoğu şey gibi katıydı, sertti- estiği o gece, ben mütevazı evimin pencerelerinin baktığı sokağın başından sıcak yuvama doğru yürüyordum. Yumruklarımı sıktım, tırnaklarım avcumu yaktı. O an utandım kendimden, yalnızlığımdan.. Ağzıma doladığım şarkıyı hakketmiyordum, değil şarkıyı, en küçük bir mutluluğu bile hakketmiyordum. O an gözlerimin içine yansıyan filme takıldı gözlerim. Bu film, benim hayatımdı. Tek kelime bile eleştirmek istemiyorum, benim size tavsiyem izlemeye vereceğiniz parayla güzel bir haftasonu geçirin.

Ağzımdan çıkan havanın beyaz sıcaklığını izleyip bunları düşünürken, evime kadar gelmiştim. İstemsizce duraksadım ve vücudumu kapıya çevirdim. Bahçemin içinden evimin kapısına giden on iki taşı yavaşça geçtim, ve kapıya ulaştım. Kapıyı açtım, ve satın aldığım karanlığa gülümsedim.

Ayakkabılarımı çıkartmadım. Montumu, beremi, eldivenlerimi de çıkartmadım. Işığı da açmadım hatta. Bunları yapmak yerine tek odalı evimin tek boy aynasının karşısına geçtim.

Yan duvardaki pencereden içeri giren ışığın nedenini bilmiyordum, hiç bir zaman da bilemeyecektim. Zaten umrumda da değildi, benim ihtiyacım olan şey o ışığın beni ayna karşısında görünür kılmasıydı, bu da oldu zaten. Kendime baktım, kendim bana bakmadı. Doğruca eğilmiş kafasına bakıyordum onun. "Hey, dedim, yüzüme bak."

Bakmadı. Bağırdım, bakmazsa kendisiyle daha farklı konuşacağımı söyledim. Sonra usulca kaldırdı başını. Şimdi yüzüme bakıyordu fakat gözlerime bakmıyordu. O haline acıdım. Konuşmaya nasıl başlayacağımı bilemedim önce, sonra "sıkıldım, dedim, ayrıca senden utanıyorum."

Neden utandığımı sordu. Lafı geveledim. Ona 'kendimden başka suçlayabileceğim tek kişisin' diyemedim. Beresini düzeltti, gözündeki bir damla yaşı sildi. Şimdi ne olacağını sordu, bilmediğimi söyledim. Bal gibi biliyorduk ikimiz de bunu, zaten her seferinde bilirdik birbirimizin ne düşündüğünü. "Sana bakınca kocaman bir yalan görüyorum," dedim ona. Özür diledi. Özür dilemesinin saçma olduğunu, üstelik gereksiz olduğunu söyledim. Ne yapması gerektiğini sordu, ben de tek çarenin ikimizden birinin gitmesi olacağını söyledim. Ağladı, çok ağladı. Ağlamamasını söyledim, daha çok ağladı. Ağladım.

Sonra gözlerini sildi. "Seni her zaman sevdim," dedi kendim bana. Aynanın öbür tarafından gülümsedi zoraki bir şekilde. Ben de onun bu haline ağlayarak güldüm. Benden daha cesurdu o. Sonra "Hoşçakal," dedi. Elini salladı, ve aynadan yürüyüp gitti.

Aynaya baktım. O yoktu. Sağa baktım, sola baktım, yine yoktu.

Dizlerimin üzerine düştüm, boynuma bir uyuşma hissi gelmişti. Başımı tutan ellerim haddinden fazla sıcak ve ıslaktı. Olsun, ondan kurtulmuştum. Yere düştüm.

Sonrası malum. Buradayım işte. Bunları okuduğuna şaşırma, bunları sana nasıl söyleyeceğimi henüz buraya gelmeden önce planlamıştım, yoksa enayi miyim ben böyle bir riski göze alayım? Buradakilere benim söylediklerimi söyleme sakın, yoksa unuturum seni.

25.10.11

Kar

Uzun zaman olmuş. Kısa sayılabilecek yaşamımda derince bir nefes alıp iç çekmeyeli uzun zaman olmuş.

Neden iç çekmemiştim peki? Hiç kaygılanmamış, hiç rahatlamamış mıydım? Tabi ki kaygılanmıştım, sonuçta insanım ulan ben de. Neyse efendim, işin özüne gelecek olursak, iç çekmemiştim. Hayır, bunu yapmamıştım, çünkü üzüntülerim de, kaygılarım da pis bir tuvalet aynasındaki gibi eski kaygılarımın, üzüntülerimin yansımasından  başka bir şey değildi. Başka ise de ötesi değildi.

Çok ilginç anılar dinlememe rağmen uzun zamandır şaşırmıyordum. Okuduğu kitabın yarısında sonucu tahmin eden biri için çok saçma bir durum değil ama, ben de mal gibi her şeye 'aa, ciddi misin?' tepkisi veren bir adamım, sonuçta film film, kitap kitap, hayat da hayattır. Hayat çok farklı değildir, fakat hayatın senaristiyle tanışmadım henüz. Şaşırmıyordum, şaşıramıyordum. Korkmuyordum, korkamıyordum.

İti an çomağı hazırla derler.

Kış geldi. Ben ise önce üşüdüm, sonra heyecanlandım, en sonunda da korktum. Beni korkutan şeyin midemi yakması ve ısıtması da ayrı bir çelişki tabi.

-Ne oldu da bu kadar değiştin?

Çok farklı, çok özel bir şey gördüm.

-Suyu şaraba çeviren, insanları ölümsüz kılan tozu mu buldun yoksa?

Yok, o kadar da değil.

-Ee o zaman ne halt etmeye bu kadar velveleye veriyorsun ortalığı, bu seferkinin diğer yanılsamalardan farkı ne?

Birincisi, yanılsama değil. Onu görebiliyorum, daha da ötesi herkes görebiliyor. İkincisi ise bir değer biçmedim ona.

Çocukken yere düştüğünde kanar ya dizlerin, ağlarsın, tepinirsin yerinde. İşte o anda annenin sana sarılması gibi mutlu ediyor beni.

Cezası ölüm olan yalanımı saklayan zaman kadar mutlu ediyor.

Bunaltan sıcaklarda sırtıma gelen hafif esintinin serinliği gibi,

Nasıl demeli?

Kar gibi.

15.10.11

Alarm

Aradığın şey burada yoktur.

Burada yalnızca sen ve ben varız. Dışarıya bak. Dışarıda soğuk bir rüzgar, rüzgarın yaladığı bir dünya ve yüzlerde donuk birer acelecilik var.

Burada yalnızca sen, ve ben varız.

Uzaklardaki bir gemi belki, belki de bir böcek. Gözlerin göremediği için ufkun devamını, orada senin hayal gücün var.

Aradığın şey sevdiğinse evlat, burada ayrılığın soğukluğu var sadece. Ama korkma, bize sevdiğinden daha yakın bir de ölüm var ve ölümün nefesi ayrılığı çatlatır iğrenç soğuğuyla.

Burada, ayaklarının hemen altında insanlığın doğduğu, ilk günahın işlendiği yüce dünyanın küçücük bir parçası var.

Cesaretinden başla aramaya, eğer yerindeyse cesaretin her ne olursa olsun aradığın şey, aramaktan vazgeçme sakın. Eğer yoksa cesaretin olması gerektiği yerde, o önce onu toplayacak birini aramakla başla işe.

Burada yalnızca sen ve ben varız.

Aramayı bırak. Yüzünde sahte bir yorgun savaşçı ifadesiyle otur bir köşeye ve ezdiğin çimenlerin kokusunu çek ciğerlerine. Dua et. Dua et ki doğa ana senin bu acınası durumuna ve sahte gülüşüne aşık olsun da emeğini beklemeden seni doyursun.

Kaçmayı düşüneyim deme sakın. Ama eğer bir kere bile aklından geçirdiysen bunu, 'yanlış mı yapıyorum?' diye duraksayıp arkana bakmadan bacaklarının el verdiği hızla koş. Soru sormak acıtır, tıpkı aşk gibi, ve sen de acıyan canınla çok fazla uzaklaşamayacağını biliyorsun kaçtığın her neyse.

Aradığın şey burada yoktur evlat. Burada yalnız sen varsın. Artık aç gözlerini, yoksa okuluna geç kalacaksın.

11.10.11

7. Fikir

Merhabalar.

Sahaftan aldığım kitaplardan birinine üç adet not düşülmüştü kurşun kalemle. Bu üç notu da beğenmedim aslında, gerçi yazan da ben beğeneyim diye yazmamış ya. Neyse efendim bu notların üçüncüsü kitabın arkasındaki son iki boş sayfayı doldurmuştu. Bakın aynen yazıyorum aşağıya:

"Henüz, hayata ve insanlara dair gözlem yapma olanağı bulamadığım için, yazamıyorum. Bu, kalbimi kıran, daha da önemlisi pırıltımı yok eden, üzerime karanlık gibi çöken, huzurumu kaçıran acı bir gerçek ya da gerçek bir acı. Düşüncelerim... Benim yoksul süvarilerim. Sahiplenmeyi bekleyen ölü ruhlarım. Bekleyin, sizi almaya geliyorum. Yaşatmaya, sahiplenmeye.

İki düşünce arasında, birbirinden bağımsız, alakasız, iki düşünce arasında köprü kurmak hayat kurtarmak kadar zor. Kazanmak zor, ama kaybetmek kolay.

Düşünüyor; hikayem nerede başlıyor, ne zaman başlıyıp, ne oluyor, kim giriyor hikayeme ya da ben hayatına girerek kimlerin hikayesine dahil oluyor. Düşünüyorum, neden seni tanıyorum ama kendime ulaşamıyorum? Ben beni niye arıyorum. Bölünmüş bir parça mıyım yoksa ikiye?"

Evet, hafifçe sararmış iki sayfada bunlar yazıyordu. Bütün bu yazılanlardan bir, tek bir cümleye içtenlikle katılabiliyorum: "Kazanmak zor ama kaybetmek kolay."

İlk çağ insanı diğerlerinin arasında hayatta kalmak için üstün olmak zorundaydı. Bunda anlaşılmayacak bir şey yok, görgü kurallarının olmadığı bir ortamda insanın karnını tok tutabilmesi için hem yemeğe ulaşmayı, hem de sımsıkı tutup kimselere kaptırmamayı öğrenmesi gerekirdi.

Şimdi ne değişmiş olabilir? Çok şey değişti kabaca bir bakacak olursak, fakat değişen şeyler sadece koşullar, içimizdeki hayvani güdüler ve kurallar hala aynı.

Kimin daha çok yemeği varsa o konuşurdu, şimdi ise parası olan konuşuyor. Kim daha kuvvetliyse o koyardı kuralları, şimdi ise statüsü yüksek olan koyuyor. Kim daha hızlı koşuyorsa o kaçabilirdi, şimdi ise en hızlı arabaya sahip olan kaçıyor.

Sonuç değişmiyor.

İnsanı ayakta tutan, daha da önemlisi insanlığı ayakta tutan şey, yine insanların içindeki mağara adamı. Ekonomi öncelikli olarak ihtiyacımız olan harcamalar sayesinde dönüyor. Küçük bir denklem kuralım:

İnsan yaşar.
Yaşayan insanın ihtiyaçları vardır. Bunlar karşılanmazsa insan ölecektir.
İhtiyaçların karşılanması sonucunda insan rahat eder.
Rahat eden insan  ihtiyaçlarından fazlasını ister.
İhtiyaçlarından fazlasını isteyen insan bunun için çaba harcar.
Çaba harcayan insan istediğini elde eder.
İstediğini elde eden insan mutlu olur.
Mutlu olan insan bir süre sonra sıkılır.
Sıkılan insan elindekilerden fazlasını ister.
Elindekilerden fazlasını isteyen insan çaba harcar...

Bu örnek böyle bir döngü içinde devam ediyor. Yani:

Senin bir insansın ve elinde X kadar para ve U işi var .
Sen böyle yaşarken X kadar paranın üstünde bir ß aleti beğendin.
Bunun için U işinde çok çalıştın, gerektiyse de U'dan daha fazla para kazandıran bir işe girdin.
ß'yi aldın.
ß'yi yapan firma, 1 yıl sonra daha yeni, daha güzel -ve 3X fiyatında- bir ß yarattıklarını açıkladı.
Sen de bu ß için U işinde 3 kat daha fazla çalıştın.
ß'yi aldın.
Ve firma sonraki kış sezonunda yeni ve gelişmiş bir ß daha yarattı.
...

Örneği anlatabildim mi? Sonu olmayan bir merdivenin basamaklarını tırmanıyoruz ve işin kötüsü bu merdiveni de biz yaratıyoruz. Mutlu değiliz.

İşte, birisi bana "Para neden insanı kendine köle eder?" diye sorsa bunları söylerdim. Çünkü bana göre insan çok parasının olmasını sever, ama bu paraları arka cebinde dursun diye sevmez. Şüphesiz harcayacak ya da biriktirecektir, ve ikisinin de bir sonu yok, bu yüzden daha çoğu için savaşacaktır da.

Sana hak veriyorum kitaba notlar düşen adam. Yere düşen bir parça yemeğinin üzerine atlayan , hatta elindekini yere düşürmek ve ona ulaşmak için plan kuran bir sürü kendin gibi insanın arasında yaşarken kaybetmenin bu kadar kolay, kazanmanın ise bu kadar zor olmasından daha doğal ne olabilir?