29.7.11

Farklı Sözcüklerle

Şu günlerde gerçekten yorgunum. Zaten biliyorsun bu halimi. Çok yordun zamanında beni, çok fazla terledim senin için. Şimdi de terliyorum ama başka bir sebepten, yorgunum, enerjim dipte. Kafam cok dağınık, elimi kaldırsam gereksiz bir anıya çarpıyorum, adım atmak için bu salak anıların üzerinden atlıyorum. "Bir ara temizlemek lazım burayı,diyorum,açarım arkadan müziğimi toparlarım,bu tür işleri yapmayı öğrenmeliyim yavaş yavaş"

Neden bu kadar terlemiştim ki ben? Hatırlamıyorum. Duşa girmekte karar kılıyorum. Yıkanıyorum. Saçlarımdan akan suyun aslında o kadar da güzel olmadığını fark ediyorum. Tadım kaçıyor, çünkü su tatsız. Sol kolumu kırıp dirseğimi duvara yaslıyorum. "Duş alırken ağladım" ambiansı yaratıyorum, sonra çok ucuz geliyor, ağzıma dolan suyu tükürüp yapıştığım duvardan iki adım geri çekiliyorum. Kafamı kaldırıp duş başlığına bakıyorum, gözlerim yanıyor gelen sudan. İşte o zaman ağlıyorum iki damla.

Sonra ucuz duş ambiansını  bir kenara bırakıyorum ve küvetten çıkıyorum. Ayna var hemen sağ tarafımda, kafama havluyu geçirip aynaya bakıyorum. Gerçi çok buğu var aynada, bana aynayı tek elle bir parça silme artistliğini verdiği için tanrıya şükrediyorum. Sol elimle aynayı sildiğimde yıkılmış bir yüz görmeyi umuyorum, ama karşı taraftan bana bakan adam üzgün değil, bezgin. "Buna da şükür" diyorum ve bezginlikle aşk arasında bağlantı arıyorum. Bulamıyorum. Belki de çok aramadım.

Ivırı zıvırı hallettikten sonra yatıp dinlenmeye başlıyorum...

Saat 15.23. Uyanıyorum, ama ne halt etmeye uyandığımı falan hiç bilmiyorum. Enerjimin henüz 4-5 glonunu geri kazanmış olmama rağmen iki saat içinde uyanmamın nedenini arıyorum. Bulamıyorum. Belki de çok aramadım. Söz verdiğim gibi kafamı biraz toplayayım diyorum. "Nereden başlasam lan acaba" derken ayağım sana takılıyor. Yere düşüyorum, kafamı bilgisayar sandalyesine çarpıyorum, kanıyor. Bir yandan da kalkıp sana sarılmak istiyorum ama gözlerim hala kapalı, açamıyorum.Tutup kaldırıyorsun beni, teşekkür ederim, elindeki peçeteyle de kafamdaki kanı siliyorsun. Sonra gözlerini bana dikiyorsun, belli ki birşey söylememi istiyorsun. "Hebele hübele" tarzında saçmalıyorum, olmuyor. Sonra sen gülümüsüyorsun. Bu oluyor işte. "Ne zaman döneceksin,geleceksin yanıma?" diyorum. Bunu neden dediğimi bilmiyorum, daha çok ağzımdan taşmış gibiydi bu cümle çünkü, bana itaat etmiyordu fikri. Sinirlerim bozuluyor, ama cevabı merak ediyorum. Sesin inceliyor ve telaşlanıyorsun, cümleleri toparlayamıyorsun. "ya" ve "şey" sözcüklerini cümlenden 10 ar kere kullanıyorsun. Bense senin gözlerimi kısıp anlamaya çalışıyorum, boynum bükülüyor ve "eveet?" sözcüğünü 10 kere kullanıyorum. En sonunda "bilmiyorum" gibi kesin bir cümle alıyorum senin ağzından. Başka birşeyi kastetmediğini ümit ederek sana sarılıyorum. Ve sonra dudaklarından birkaç cümle daha alabilmek için seni öpüyorum. Mutluyum. Birkaç saniye sonra ağzıma tanıdık acı bir tat geliyor, huzursuz oluyorum. En sonunda kafamı suyla doldurduğum lavabodan çıkarıyorum. Gerçekten suyun tadı çok kötü, tavsiye etmiyorum.


Koltuğa atıyorum kendimi. Vücudum bir taş parçası gibi, canlılık yok. "Gerçi, diyorum, taşı da uçurumdan atsan insanı da atsan sonuç değişmiyor, bok çuvalı gibi düşüyorlar yere." Sonra bok çuvalının da insan ve taştan çok farklı olmadığını, uçurumdan atılsa bok çuvalı gibi düşeceğini anlıyor ve tebessüm ediyorum.

Arabalar... Ne güzel şeyler değil mi? Ayaklarım araba olsun isterdim mesela, tek bir parçam mekanik olsun. Beni zedeleyen şey nem olsun istiyorum, koşmayayım, adeta zeminde kayayım istiyorum. Belki garajda durur ayaklarım, yaşlı kadın kalkar gecenin bir yarısı ve bakar bana, dokunur kaportama. Vazgeçtim, odak noktasının ayaklarım olması tiksinç.

Peki... uçaklar? Tamam, sana çok yakışacaktır ama melek kanatları istemezdim ben, uçak kanatları daha hoş. Zaten yazın çok yakar sırtı falan, isiliği bilmemnesi. Ayrıca güneşe dilediğimce yaklaşırım, onları kaybedip okyanusta boğulma kaygım olmadan...

Melek olsaydım eğer, insanlara arp satardım.

Koltuktan kalkıyorum, daha doğrusu yükseliyorum. Elimdeki teknolojik aletin çıkıntılarından birine basıyorum ve 10 adım ötemde 2 boyutlu düzlemde elektronik bir görüntü oluşuyor. Kulağıma ulaşan ses dalgalarıyla elektronik görüntüdeki hareket eden nesnelerin hareketlerini birleştirerek kafamda bu yeni dünyayı anlamaya başlıyorum. Yok oldu bu görüntü aniden. Elektrikler gitti.

Elime bir mum alıyorum ve küçük tuvalete giriyorum. Camın önüne iliştiriyorum kırmızı mumu, duvarın köşesine oturuyorum. Kafamın çok derinlerinden bir müzik sesi geliyor: "kissas, kissas, kissas"

Yatak odasından aldığım okuma gözlüğünü burnumun ucuna takıyorum. Eşcinsel gibi görünüyorum ama umrumda da değil, giriyorum tuvalete, kapatıyorum kapıyı. İçerisi karanlık, tek ışık kaynağım mum. Aynaya bakıyorum, yüzümün yarısı sarı mum ışığıyla aydınlanmış. Evet, bu suratsız benim kırklı yaşlardaki halim.

Zaman ne garip şey değil mi? Yaşlanmış halim "bizim zamanımızda" diye atıp tutuyor. Bok vardı çünkü bizim zamanımızda. Gerçi haksızlık etmeyeyim ona, bizim zamanımızda da vardı bizim zamanımızda geyiği. An itibariyle ben de dahil oldum geyiğe.

Zaman dedim canım, su gibi değil ama akıyor. İçinde bir uktedir kalıyor geçmiş günler. Bir saniye öncesinin bir daha yaşanmayacağını biliyorum ve hala tuvalette kendi kendimle tartışabiliyorum. Yansımam ağlıyor. Ben ağlamıyorum.

Bazen kendi kendime konuşuyorum bunun gibi. Deli miyim? Bilmiyorum, ama kendi kendine hiç konuşmamış biri deli olmadığını iddaa edebilir mi ki? Unutmak mı? Delisin...

Her duyguyu yaşamak istedim bu hayatta. En çok da "üzüntülerin olgunlaştırdığı adam" olmak istedim galiba, şimdi değildim bana kalırsa, hep 1-2 yıl sonrasıydım. Ahmet Hamdi Tanpınar'ın zıttıyım bu konuda, o zaman akmasın, akıp gidiyor hızlıca diyor, ben de tecrübesiz ve toyca "zaman akıp gitmeli" diyorum. Diyorum bunları ama Ahmet Hamdi Tanpınar haklıdır da diyorum, kafamdan büyük saygım var benim güzelim, kafam da kocamandır, bilirsin.

Tuvaletten çıktım, mutfakta oturuyorum. Kitaplar var önümde, elimde Martin Eden. Okumuyorum.

Rüya görüyoruz ya biz, neden, neyden görüyoruz bu rüyaları? Beynimiz zorba bence, saniyeliğine salak olamıyoruz hayatımız boyunca. Hep kafamızda çınlayan sesler, en sessiz yerde soluk seslerimiz. Görüntüler de hep varlar, eğer bir kere gördüysen dünya nasıl birşeymiş diye. Kafamızdayken bu görüntüler, "seksi oyuncudan yürek hoplatan görüntüleri"nin peşindeyiz biz.

Madem rüya dedik bir kere, uyku olayına girelim. Uyku güzel şey bence, "utku" ya benziyor yazılışı. Zaten sürekli uyku halindeyiz dünyaca. Uykulu oluyoruz, bayılınca uyku fonksiyonlarında seyrediyoruz, koma uzun süreli uyku, ölüm desen ebedi uyku... Uyku kişinin kendisine yetmiyor. "Seni meşhur edebilirim tatlım" diye 80 lerden saf kızlarımızı uyutuyoruz. Köpek çok mu havlıyor geceleri? Artık sesi çıkmaz, uyutuldu o güzel ablacım.

20 saatten uzun "uyuyacaksam" eğer, insanlar beni görsün istemem. Çünkü ya göz yaşları ya da bana dokunan parmaklarını hissederim hislerim sıfır olsa da. Zaten hayat sıfırdan başlıyor, herşeye baştan başlayabilecek kuvveti hissetmişim ya sıfıra düşmeden, o yeter bana.

Çok sevimli bir mutfağımız var bizim. Görsen sen de beğenirsin. Dedim ya, delirdim mi yoksa sağlam mıyım tam karar veremedim ama düş gücümle seni yanımdaki sandalyeye oturtuyorum. Murfağı nasıl bulduğunu soruyorum, "ıı, güzeeeel" diyorsun. Tabi, sen daha domates şeklindeki büyük kırmızı kabı görmedin.

Yaptığım bütün şeyler bir ibreyle ölçülecek olsa, o ibreyi kırardım.

Mantığım olsa, ibreyi en başında koydurtmazdım.

Arada uzun uzun anlattım. Ben anlatırken akşam yemeği yendi, karınlar doydu, vakit te 23.13 oldu. Bu saatleri seviyorum, kendimle konuşmayı bırakıyorum. "Kelimeler sürekli konuştuğum kendime olan sevgimizi anlatmakta kifayetsiz, bu yüzden konuşmuyoruz" demeyi isterdim ama uyuyorum yorgunluktan, yoksa hayatta susmam, çok kültürlü puşt, hık demiş burnumdan düşmüş.

Hayat uzun bir yol olsaydı eğer, nereye kadar giderdin sen? Ben yörenin sakinine sorardım ne yapayım diye, hiç uzatmazdım yolumu boşuna. Yol yordam bilenine, düşüncelisine sorarım ama "şuradan git, yol uzar ama sonunda güneşin batışını izlersiniz ailecek" der belki diye. Tek bir haftasonumuz var, güzel bitsin değil mi?

Seni düşünmeseydim, bu kadar yazamazdım.

Eğer birşey düşünüyor olsaydım, yazıyı bu kadar uzatmazdım.

Uyumayacak olsaydım, inan iki saniye susmazdım.

27.7.11

Her Zamanki Gibi Bulutlu


Saat 22:43

Konuşuyoruz. Onu düşünüyorum. Susmuyor. Sürekli birşeyler söylüyor. En gereksiz iş için bile "acillll" diyor. Mutlu muyum? Mutluyum.

Saat 23:10

Yeni birşeyler bekliyorum. Gözüm saatte. Konuşuyorum onunla. İlgilen benimle diyorum. Umursamıyor. Godfather çalıyormuş gitarda. Helal olsun.

Saat 12:13

Onunla konuşuyorum. Saçmalıyor. Rock diyor, Spellbound diyor, çok afedersiniz "ibneee" diyor. Mutluyum.

Saat 12: 16

"Three Days Grace - Home başladı :D". Evet bir radyo sitesi bulmuş, orada eğleniyor.


Bundan üç yıl 5 ay önce:

Saat 13:01

Onunla oynamayı çok seviyorum. Çok eğlenceli. Kafasını tahtaya vuruyorum ve "ah" diye ses çıkarıyor. Garip. Düğmesini henüz bulamadım.

Saat 14:26

Bahçede boğuşmaya devam ediyoruz. Bu arada dizim kedi bokuna giriyor. O görmeden pantolonunun paçasıyla dizimi siliyorum.

Saat 17:18

Artık akşam oldu sayılır. Annesi gelip alacak onu. Oysa çok eğleniyorduk. Neyse gitsin, zira benim şokellalı ekmek yemem lazım, onunlayken yiyemiyorum.

Sakalları var. Evet, sorsanız ilk önce bunu söylerim. Çünkü gerçekten sakalları var. Kesmiyor, bazen kesiyor ama kesmiyor genellikle. O sakallardan tiksiniyorum. Verin jilet insana benzeyene kadar keseyim biçeyim herifin suratını. Ya da çim biçme makinası verin, tertemiz olsun.

Gitarı var. Evet, sorsanız ikinci olarak bunu söylerim. Çünkü gerçekten gitarı var. Çalıyor, sürekli bok varmış gibi çalıyor. Gerçi ona sorsanız benim için "yazıyor, sürekli, bok varmış gibi yazıyor" der. Haklı aslında, herkes ne seviyorsa peşinden gidecek kardeşim. Neyse işte gitar çalıyor. Buckethead dinliyor. Satriani dinliyor, tavsiyelerimle Santana'ya da başladı. Yarısı yazılıp bırakılmış öykü gibi biri. Diğer yarısını ben yazıyorum, o çok güzel 

Sakin. Gerçekten sakin.


26.7.11

Perde

Sen beni sevmedin aslında. Çocukları sevdin, sinemayı sevdin, makarnayı sevdin, İstanbul'u sevdin ama beni sevmedin hiçbir zaman. En ufak şeyden dahi mutlu olan sen beni gördüğünde mutlu olmazdın. Çünkü ben ne makarna, ne İstanbul, ne çocuk ne de sinemaydım.
   Sana cesetlerin sönük nefeslerinden kopardığım güzel ve anlamlı sözleri sevdin sen, beni değil. Gözyaşını sildiğim parmağımı, kafanı yasladığın omzu sevdin sen. Gülümsememi sevdin belki, karşılık bekler miydin gülümserken? Peki gözlerim miydi bana gözlerini dosdoğru diktiren, yoksa onlardaki yansıman mı? Bilmiyorum, olsun, en fenası bilmek zaten, bilseydim kendimi en iyisine inandıramazdım kuşkusuz.
   Rüyalarım... Uzun gecelerde görülen bütün o rüyalar senden dökülen parçacıklardı aslında. Dayanamadın ve üfledin. Yazık, avuçlarım parmaklarımla yalnız kaldı tekrar. Böyle olacağını biliyordum, çünkü gökyüzüne aittin sen. Belki cennet, belki cehennem... Cehennemdensen eğer, bunun tek sebebi cennetten çaldığın o güzel yüzün ve gülüşündür. Oysa ne güzeldi en başında, mutluydum, seni tek bir okla yeryüzüne düşürdüm sanmıştım. Yanılmışım, tek bir okla gökyüzüne yükselmişim. Evet, gökyüzündeyiz, nefesim boğazımı ısıtıyor. Üşüyorum, cehennem değil burası, cennet. Kuştüyü kanatların beni ısıtmıyor, çünkü onlara dokunamıyorum, biliyorum bir dokunsam o kanatlara, binlerce küçük parçacık olacaklar. Sonra rüya göreceğim...
   Basitsin. Basitsin çünkü nezle de basit bir hastalık ve o da bacaklarımın titremesine neden oluyor. Hapsetmek istiyorum seni, bir kafese koymak ve ağlamaktan güzel gözlerin kör olsa da bırakmamak istiyorum. Sen de çekmelisin tutsaklığın acısını, beni öyle bir tutsak ettin ki, düşlerimde bile acıtamıyorum canını. Lütfen, mantığımı ver bana, ver ki seni unutmak için bahaneler üretebileyim. Duygularımı al, onlar sana aitler. İstemiyorum onları, çünkü aklıma senin sanrınla defalarca tecavüz ettiler. Ortaya karışık salata gibi oldum, benden çok sen varsın, daha bir çatal bile alınmadın. Rakı şişesinde balık olmayı istemedim ben, sorsalar gözyaşlarında ben olmak isterim. Bir damla bile akmadan yıllarca gözlerinde kalmak isterim...
   Sen benden çok gitmeyi sevdin, Firariydin, zira fikrimce benimdin.  Sende benim olan birşey vardı. Biraz mantığım, biraz da başka bir şey. İsmini koyamadım ama mantığımı susturuyor. Gel yanıma, gel ve değiş tokuşumuzu yapalım. Al bütün hatıralarını ver bana mantığımı. O şey mi? Sende kalsın, aşk bünyeme dokunuyor.
   Bana uykularımı da ver. Geceler senin olsun. Zaten en yağmurlu, en duygu dolu gece yine sana adanmıştı. O güzel yüz ve gülüşle beraber sakinliğimi de çaldın sen. Yakışmıyor, sana hırsızlık, bana ise sakinlik yakışmıyor. Ben bana yakışmayan sakinliği sevdim, sen kaos'u. Perdenin iki ucundayız, oyun bitmeden son bir kez buluşamaz mıyız? Tekrar anlatsan masallarını, öyle uyusam gökyüzünde?
   Beni sevmezsen kendini sev. Benden vazgeç ama makarnadan vazgeçme. Yeryüzünden bir başkasını sev. Unutacağım seni, anı olacak ve yok olacaksın. Bana da öyle bakma, üzerime yağıyorsun, enünde sonunda boğulacağım zaten.
                                                             

20.7.11

Bir Tabak Daha Koy, Döneceğim

Bir insan olarak, "şu şudur" diye konuşmanın çok tehlikeli birşey olabileceğini yeni yeni fark ediyorum. Değişmez kurallar dışında kesin cümleler kurmak cidden sağlıklı değil, doğrular anında yanlış, yanlışlar anında doğru olabiliyor. Yazılarımdan bir beklenti oluştuğu andan beri böyle bir takıntı oluştu bende, konuşurken de dikkat etmeye çalışıyorum buna ama eğer yüzdeyüz dikkat edersem ağzımdan iki-üç cümleden başka birşey çıkmıyor.

Ne kadar çok detaya girersem o kadar çok boka battığımı hissediyorum, çünkü derinlere daldıkça seyirdeki şeyler çoğalıyor. Arkadaş ortamında "ya zaten şöyle abi onlar" şeklinde, herhangi bir yüzdeyüz haklılık ya da öğreticilik amacı gözetmeden kurulan alelade bir cümle bile onlarca düşünürün, bilimadamının, sosyalbilimcinin, tarihçinin, matematikçinin ayaklar altına alınmasını sağlayabiliyormuş, bilmiyordum. "Tezler çürütülmek için vardır", bunu biliyordum.

Bununla beraber basit bir blogger olarak bile ne kadar aciz olduğumu da yeni farkediyorum. Her şey kullanılmış olabilir, bizden önce yaşayanlar söylemiş olabilir bu sözleri. Bizden çok önce tadanlar bazı karmaşık duyguları, yazmış olabilir bunları. Süslü kelimelerimiz bile kullanılmış olabilir. Aşk mesela, binyıllardır konuşuluyor aşk, şarkıların konusu aşk, yazıtların noktası aşk... Aynı duyguyu ne kadar farklı ve kaç kere anlatabilirsin ki? Böyle bakınca çöplüğün içinde gibiyiz aslında. Hayatımız keşfedilmişleri yüzeye çıkarmakla geçiyor. Önceki paragrafta örneğini verdiğim gibi bakınca da kendimle çelişiyorum, derinlere daldıkça seyir alanı genişliyor, genişledikçe de eskilerin yanına yeniler ekleniyor, bakire cümleler kuruluyor. Bu çelişkinin sebebini de ilk paragrafta yazmıştım.

Saçmalama ya da yanlış bilgi verme korkumu bir kenara bırakıp normal bir insan gibi konuşacak ve genelleme yapacak olursam, insanların hayatları birbirlerinden pek de farklı değil. Yanındakinden, önündekinden, arkandakinden farklıysa bile göçüp gitmiş olan trilyonlarcasından biriyle elbet benzerdir insanın hayatı. Ha, farklılıklar vardır, mesela Tesla gelip alternatif akımın altını çizmiş, göçüp gitmiştir. Bunu yapan bir başkası daha yoktur. Ama hayatının her saniyesini alternatif akımı yücelterek geçirmemiştir. Evet, ne demek istediğimi anladınız.

"Sıfır" başlıklı yazımda üzerimden atmaya çalıştığım bir korkuyu biraz da dalgaya alarak yazmıştım, hatırlarsınız belki. Geleceğe yönelik planlarım çevremdeki insanların yaşadıkları ya da hayal ettiklerinden farklıydı hep, "peki neden evlenirsin sen evleneceğin zaman?" sorusuna verdiğim cevap ve tabi ki bundan beklentim de farklıydı. Hayattaki belli dönüm noktalarında genel olarak yapılandan ve düşünülenden farklı şeyler tasarlamışım kafamda, bunu da yeni fark ettim. Beynime format attım, herşeyi yeni yeni fark ediyorum.

Şimdi içimde farklı olmak adına bir ateş yanmıyor. "Hayat yaşanır ve ölünür" mantığına saplandım, bekliyorum. Hayallerimden bazıları, mesela evlilikle ilgili olanı (bunu okuyorsun, biliyorum :)) hala normalden biraz farklı. Ama bunun nedeni benim sivrilip fark edilme isteğim değil, mutluluğu bulacağım yolun bunlar olması.

Yazıyorum. Yazmayı seviyorum. Blogunun başında tıkır tıkır yazan yaşıtım çoğu insandan çok daha iyi yazıyorum. (işin garibi bunu:"bana yaşıtım bloggerlardan çok daha iyi yazdığımı söylerler" şeklinde yazsaydım kimse kırılmamış olacaktı, insanların kendileri hakkında iki güzel söz söylemeleri ben dahil hepimize dokunuyor, egolarımız hak verip gülümsememize izin vermiyor sanırım) Geleceğimde de yazı yazmakla ilgili birtakım hayallerim var. Bunların ne kadar gerçekçi olduğu hayata geçirme aşamasında önemli, yazı yazmak beni mutlu edecekse yazarım, hayal kurmak yetecekse de hayalini kurarım. Hep bir kız çocuğum olsun istedim mesela, hala da isterim. Şimdi bunu düşünmek çok güzel, karım bana bakıp "bir çocuğumuz olsun istiyorum" dediğinde fikrim değişir mi Allah bilir.

Garip bir şekilde hiçbir zaman hayatın beni atlayacağını düşünmedim. Şansım genelde yaver gitti çünkü, çok fazla kaybetmedim, aksine kazanan taraftaydım genellikle. Nasıl şartlarda yetişirsen düşüncelerin de öyle şekillenir derler. Belki de bu yüzden zor olanı hayal edebiliyorum korkmadan, bu yüzden hayallerimin bir parçası da şansa kalıyor. Bunu deneyip görmeden bilemem, şimdilik tek söyleyebileceğim, kendi dünyamda önemli hissediyorum, ve nedenini bilmediğim bir şekilde gerçek dünyada da yerimi edineceğimi, şansımın yaver gideceğini hissediyorum. Korkum yok, dedim ya, kaybetmeye alışık değilim.

Neyse yazıyı çok fazla uzatmak istemiyorum, zaten tatmin olmadım bu seferki yazımdan, daha güzelini uzata uzata yazarım. Hayallerimdeki kadına sesleniyorum: bir tabak daha koy canım, beklemekten yorulduğun an döneceğim.