16.5.13

Life (Owned) Goes On

*Yaşamayı ciddi anlamda düşünen insanlara kalsa, intihar etmek suç. Her ne olursa olsun birini öldürüyorsun, diyorlar. Maktulün katilini öldürmesi, giderken kendi arkandan sifonu çekmek değilse nedir?

Yaşamayı hakkediyor muyum? Bir kere bile ölmüş olan her insan, göğsü toprak olmuş güzel insanlar adına bunu düşünmelidir. Sen, sen hakkediyor musun yaşamayı? Ölmek, yaşamak kadar kolay. Öldürmek, eğer kendini öldürmekse, kendi yatağına sarılıp ölmek.

*Sürekli yaşayacağını sandığını bildiğim insanlara âşık olmak, ölmeyi ve öldürmeyi kabullenememiş bir bünyenin zayıflığını yanında bulundurma, onunla sevişmeye boyun eğmek demek. Çok az şeye boyun eğer güçlü insan. Kendi adıma en çok, ölümsüzleri severken eğilmiş boynuma bir satırın inmesini düşledim.

Sevmenin en kötü yanı da işte budur, insan hep yalnızdır ancak yalnızlığı konusunda yalan söyleyen meleğini kaybettiği an gerçekle çırılçıplak kalır ve dün olur; bugüne gelene kadar unutulur.

Ölüm yanında aşk, kötü çizilmiş bir çiçek gibidir.

Her ölümlünün değeri, tanrılarının çektiği fotoğrafta çıktığı kadar net. Abartıldığı kadar değil ölüm, ölümlü gözlerimle gördüm, insan kanatlanmıyor, oğlunun ve karısının çok sevdiği gülüşü kanına karışıp sırtında birikiyor ve bir ağırlık olup tabuta konuluyor. Ne kadar güzel ölürseniz ölün, kefen gülüşünüzü perdeleyiyor.

Eğer bir tanrınız yoksa, kefen ile gizleyeceğiniz hiçbir şeyiniz yok demektir.

Suyun yaşayabileceği en güzel şey kana karışmaktır. Şanslı olan damlalar, damarlara karışır. Ölüm, bu hayatta suni ne varsa o kokar; sabun, hastane, kolonya... Ölümün kokusu insanın üzerine siner, ve montuna, ölümün aldığı insanın montu, sevginin askıya asabileceğiniz şeklidir.

*Kaybetmek, bir yorum sorusudur.

Yaşlı evlerinde ölmüş derilerdir nostalji dediğimiz şey, asla üzerine düşünmeye cesaret edemediğiniz şeylerin lapasıdır ve bir gün tabağınıza helva olarak konur.

Herkesin dediği gibi, hayat devam ediyordur, fakat sevdiğinizin odasının kapısı suratınıza kapandığı için, navigasyonunuz ve enerjiniz düşmüştür; o odada bıraktığınız bir şeyler mutlaka vardır.

*Kendini öldürmeyi kafasına koymuş bir insan dürüsttür. Çoğu susar, söylenecek her şeyi kendisi adına başkaları söyleyecektir.

Karanlığın sardığı kafesinizde, her sabah hiç beklemeden ölmenizi bekleyen evren ve kurallarını göt etmek değildir amaç, bir sonraki sabaha ölecek olmanın rahatlığıdır.

Ölüm, bütün sırt ağrılarının çözümüdür.

İntihar etmek, asla yoğun bakıma girmeyecek olmanın altın biletidir.

Ölüm beni almadan, bir gece yanına gideceğim ve sabaha kadar sevişeceğiz.

Belki sabahı çıkartamayız bile.

13.5.13

Sessizlik Hali

Bunca yıldır yol giderim, hiçbir yolculuğumda bu kadar sabırsızlandığımı hatırlamıyorum. Öyle zor geldi ki gözlerimi açtığım andan şimdiye kadar beklemek... Dişlerimi üstünkörü fırçalamış, bir yandan aynada kendime bakmıştım; lavaboya tükürdüğüm kanla karışık diş macununu alıp götürdüğü gibi suyun, gitmenin heyecanına kapılmış gidiyordum ben de, öyle ki düşüncelerim şakaklarımı patlatacak gibiydi. Kendimi durduramıyor, durdurmak da istemiyordum, üzerime bordo gömleğimi geçirip arkamdan kapıyı çekiverdim; uzunca bir süre geri dönmemeyi planladığım hayatımı iki sefer kilitlerken anahtarı düşürdüm. Evet, gerçekten de gidiyordum.

Sabah rüzgarlarını sevdiğim zamanlardaydık, ben de hanidir bekliyordum ya bu günü, gökyüzü yüzüme karşı ağız dolusu esnedi. Baktım, saat tam altıydı, gitmenin tam saatiydi, arabama binmiştim. Gündüzlerini yarı uyanık kahveye oynadığım her güne tepkiydi bu kadar dinç olmam. Hiçbir şey beni yıkamamıştı, kendime söylediğim her yalanın telafisiydi mutlu olacak olmam.

Bu saatlerde yollarda az insan olurdu, özellikle benim bulunduğum istikamette... Her sabah işe böylesine ferah bir yoldan gitmek, hayatımı çekilir kılan ayrıntılardan biriydi, her kalabalık gecenin öncesi bir nefes almak demekti. Sonra; evim, o da tıpkı yollarım gibi sakin bir yerdeydi; asansörle altıncı kata varır, sürekli dolu kafamı akşam kahveleriyle şöyle bir çıkartır, balkondaki masama güzelce koyardım; pek hoş olurdu oradan gökyüzünü izlemesi. Şimdi içimde kahve ve ağaç kokusu sinmiş ne varsa gerçekleştirmek vaktiydi, ben de arabayı her zaman park ettiğim yere bırakıp çıktım.

14 numaralı dairenin kapısındayım, paslı metal ile numarası işlenmiş beyaz bir kapı bu. İtsem açacakmış gibiyim, gayrı ihtiyari itmeye yeltendiğim aralık da ayaklarımın dibinde ağzında gazete olan köpekle göz göze geliyorum, köpeğin tek kulağı yok; kırılmış. Kapıyı iki kere tıklatıyorum, zili çalarsam uyanmasından korkarak, çalmazsam ise biliyorum ki asla uyanmayabilir. Ses yok, iki kere daha tıklatıyorum, köpek bana bakıyor, buz gibi mermerden gözleriyle dünyanın bütün vaktine sahip olduğunu belirtircesine bakıyor. Zili çalıyorum.

Ayten karşımda dikiliyor, ağzı, yüzü, gözleri uyku kokuyor; uyku kokan gözlerle içeriyi işaret edip 'geç,' diyor,bir elimle kirişe yaslanıp diğer elimle ayakkabımı çıkartıyorum, bu babamdan kalma bir alışkanlık. Değil bu çok iyi bildiği hareketimi fark etmek, kapıdan amuda kalkarak girsem ruhu duymayacağı kadar uykulu durumda Ayten. Alkış beklemeksizin arkamda koskoca bir dünyayı bırakıp kapıyı kapatıyorum.

"Bir kahve koyayım mı sana?" diyor. "İstemez," diyorum, "ben gidiyorum."

-Nereye gidiyorsun be?

Oldum olası böyle bir kadındı Ayten. Bölünmüş bir parçaydım sanki ikiye, neyi kovalarsam kovalayayım dönüşümde kapıyı bana açan hep Ayten'di, bol köpüklü kahveyi hazırlayan yine Ayten ve beni seven Ayten, asla ondan başkası olmadı.

-Uzaklara, söyleyemem.
-Neden?
-Söylersem yanıma gelirsin de ondan.
-Onu sormuyorum, neden gidiyorsun diyorum.

Ufak tefek bir şeydi Ayten; benim hayatım boyunca olmak istediğim gibi; resimdeki küçücük detaydı...:

-Ayrıca deli midir nedir, gitmeyi istiyorsan asla gelmem yanına.

Görünüşe göre ben o detaya bakmaktan bütünü görememiştim...:

-Öyle değil be Ayten, kafama girer, gitmek bilmezsin. Ben, her şeyden uzaklaşmak istiyorum.
-Sırt çantanı çıkart da otur bir şöyle.

Sırt çantamı aldı. Bu arada kahvelerimiz hazır olmuştu. Ayten, lacivert geceliğine vuran güneşten doğruca gölgesine bakıyordum, elleri belinde, beni dinliyordu.:

-Kahveler, Ayten. Taşmasın.

Hızlı kadın adımlarıyla yürüdü ve hemencecik geri döndü. Pat pat pat pat. Hayatımın ritmiyle senkron atardı hep adımlarını. Öylesine ruhuma hitap ediyordu ki ondan dökülen ezgiler...

-Sorumlulukların olduğunu biliyorsun.
-Biliyorum.
-O zaman ne halt etmeye gidiyorsun ya?
-Gitmeliyim biriciğim, biliyorsun, yıllardır bunun hayalini kuruyorum. Hem kaç yaşına geldim artık, ona buna hesap vermekten, bir oraya bir buraya sürülmekten bıktım yahu artık. Nefes almaya ihtiyacım var, çok doluyum.

Salonun penceresine bir yaprak vurdu, yeşil, yemyeşil bir yaprak. Ayten'le deri koltukların üzerinde oturarak beklettiğim şeylerin kısa bir ön gösterimi gibiydi o yaprak, sanki cama değil, göğsümün orta yerine vurmuştu. Yaprağı kurutacak kadar yeşil iki göz üzerimdeydi, sağ kaş havada..:

-Sürekli bahsettiğin tren yolculuğunu diyorsun değil mi? Biletini falan aldın mı, yapacak mısın gerçekten bu yolculuğu? Yoksa bu sabah falan mı verdin kararı?
-Evet Ayten, yapacağım, hem de aynı çocukken planladığım gibi yapacağım.
-Utanmıyor musun çocuk gibi ağlayıp sızlamaya?

Utanmıyordum:

-Gideceğim, Ayten, basıp gideceğim buralardan, tıpkı hayalini kurmuş olduğum gibi gideceğim ve sen de beni bal gibi de özleyeceksin. Sonra pişman olursun bu söylediklerine.
-Kimse seni özlemeyecek beyefendi. Bunu bilemeyeceksin. Kaç treniyle gidiyorsun?
-Söylemem.
-Nedenmiş Cavit efendi?
-Eğer söylersem...
-Eee?
-Söylersem peşimden gelirsin.
-Mis gibi evim var düzenim var, niye geleyim? Çok canım çekerse ararım konuşuruz, ölmem ya?
-7.30 treniyle gidiyorum. Vakit daraldı.
-İyi, kalk git artık hayallerinin yolculuğuna mı nereyeyse, yoksa yetişemeyeceksin.

Kalkmaya yelteniyordum ki kahvemi elime tutuşturdu.

-Sağ olasın güzelim.
-Güzelim deme bana, insan bırakıp gideceği insana güzel şeyler söyler mi? Nereye gidiyorsun bensiz?

Bu soruyu sormak aklına henüz gelmişti.

-Söyleyemem Ayten, yapamam bunu.
-Kız gibisin be Cavit sen de. Küçük kırılgan çiçek, olmuyor, yakışmıyor sana.
-Yapabileceğim bir şey yok.
-Yapabileceğin çok şey var. Ayrıca ben sana nereye gidiyorsun derken, beni bırakıp nasıl gidiyorsun demek istemiştim, her anlaman gerekeni ben mi söyleyeceğim sana be?
-Gidiyorum ben Ayten.
-Hiçbir yere gitmiyorsun. Sorumlulukların var.
-Neymiş sorumluluklarım?
-İşin.
-Levent'e bıraktım, gittiğim yerde bakmama bile gerek kalmayacak.
-Para sıkıntısı çekiyoruz. Nasıl yapacağız sen bir çocuk gibi çekip gidersen?
-Ayten, param var, her şeyi düşündüm.
-Projelerin? Bahsettiğin Çek firma?
-Yahu yemişim çek firmasını! Kafa dinlemeye gidiyorum kafa! Kaç yıllık hayâlim.
-Ben ne olacağım?
-Canım temelli gitmiyorum ya.
-Sen ne olacaksın?
-Ben iyi olacağım. Belki özlemine dayanamaz yazarım sana.

Durdu; bakışları parkeye vuruyordu. Öyle güzel donup kaldı ki, kapının önündeki köpekten daha heykeldi. Zamanı dondurdu, yaşayan her şey Ayten'in cevaplarıyla beraber tükenmiş, bitivermişti, inanmaya değer tek şey oydu. Hep korkardım o böyle susunca, canının çok acımasından, canımın çok acımasından korkardım. Bana baktı:

-Git o halde.
-Merak etme, geri geleceğim.
-Git. İstemiyorum seni burada.
-Seni çok seviyorum.
-Defol git buradan!

Kapıyı suratıma kapattı. BAM. Yapraktan arta kalan erkekliğimin, özgürlüğünün peşinden gitme zamanıydı şimdi. Köpeğin olmayan kulağını ayağımın ucuyla dürttüm, taştan gözleri tepkisizdi. Başımla önce paslı metal ile numarası işlenmiş beyaz kapıya, ardından taştan köpek leşine selam çaktım ve asansöre bindim.

Arabanın kapısını kapattım. Buradan istasyona varmam yaklaşık yirmi dakikaydı, arabaları eklersen otuz; tam olarak özgürlük olmama ise kırk beş dakika vardı. Mükemmel bir zamanlama ve güneş arabamın ön camına vuruyordu, oradan göz bebeklerime ve onlar küçüldükçe güneşe yaklaşıyordum. Sonunda, sonunda özgür olacaktım.

Her şeyi arkamda bırakıyordum; Ayten'i, işimi, dostlarımı, korkularımı, evimi, aidatımı, aidiyatımı, her şeyimi, kendi derimden kurtuluyordum ve eğer işler planladığım gibi giderse ortasında pişeceğim bir çöle düşmeyecektim, bu açıdan yaşayan en şanslı yılandım. Kırk altısında her şeyi bırakmaya karar vermiş bir adam-insanlar ne derdi?- ve onun kitaplara konu olacak güzellikte yolculuğu... Ne güzel şeydi böyle şeyler düşünmek!

Ayaklarımda açık kahve ayakkabılarım, Ayten ile yalnız bıraktığım evden kursağımda kalmış bir şeyler vardı. Bir şey içimi kemiriyordu. Ne olabilirdi bu? Düşündüm, kahve, bol köpüklü açık kahve; evet Ayten'in kahveleri lezizdi fakat kahveyi es geçmeseydim şimdi burada olmayacaktım, basit bir kahveye karşılık bir kaçış imkanı ve anlamlı bir 7:30'a sahip olmuştum, adilden de öte bir anlaşmaydı bu. Yine de -niyeyse- rahatsız hissettim kendimi.

Trene oturdum ve okumak için söz verdiğim kitaba başladım. Kitapta, trenin tam saatiydi, saatime baktım, trenimin tam saatiydi. Her şeye çok yakındım. Düşlerime dokunmayı düşledim, kafamı cama yasladım ve gözlerimi kapadım. Bir el omzuma dokunacaktı ki uyandım, genç bir adam:

-Beyefendi, biletinizi görebilir miyim?

Gülümsedim ve çantama yöneldim.

Yoktu.

Sırt çantam yoktu.

Kafamı kaldırıp bavulları koyduğum yere baktım.

Olamazdı.

Ayten.

Kursağımda sırt çantam kalmıştı.



-Kusura bakmayın beyefendi, biletiniz yoksa sizi almamız mümkün değil.




Oturduğum banktan doğruldum ve giden trenimin arkasından el salladım.

Şimdi burada, Ayten'i, işimi, dostlarımı, korkularımı, evimi, aidatımı, aidiyatımı, her şeyimi elli kilometre geride bırakmış, yapayalnız oturuyordum. Arkamı döndüm, uzaktaki tepede çimenler biçilmeyi bekliyordu. Yapacak pek bir şey yoktu, rüzgâr eser ve saatler teker teker geçer, sonunda yine evlere göçerdik. Gülümsedim, gözlerimi kapatıp derin bir nefes aldım; fark ettim ki bir anlığına da olsa; tıpkı yıllardır hayalini kurduğum gibi yapayalnızdım.

5.3.13

Sabah ürpertim,

Bu mektubu doğru adrese mi postalıyorum bilmiyorum, senin gibi biri sabit kalmayı ne kadar becerebilir ki? Artık bana mektup yazmayı bıraktın, kim bilir hangi cehennemde sürtüyorsun. Biliyorum, biliyorum iyisin. Merak da etmiyorum ne yaptığını, nasıl yaşadığını -hiçbir zaman da merak etmedim-, ben de buyum işte, senden çok sana yazmayı seven bir narkolepsik -belki de bir insomanyak. Dürüst olmak acıtmaz.

Yalnızca, bütün hayatımın karanlıkla akıp gittiğini söylemek istiyorum. Sırtımda, omuzlarımdan belime inen bir ağrı var ve ben onunla yaşamaya alıştım artık. Sürekli yazıyorum, sabah olana kadar yazıyorum ve inanır mısın hep erkenden sıkılıyorum yaşamaktan. Son sekiz gündür güneş ışığı görmedim, yalnız rüyalarımda kırmızı perdeler görüyorum, sürekli açılıyor ve arkalarından yeni kırmızı perdeler beliriyor. Ben bile kestiremiyorum ne zaman istediğim matlığa bulanabileceğimi.

İşi bıraktım. İşten atıldım sanmıştın, değil mi? Çok değiştim sana yazmak zorunda kaldığım günlerden bu yana. Evimde karşısına geçip dakikalarca bakabileceğim değerdeki şeyleri sattım. İtiraf ediyorum, sana kitaplarımın durumunu sorduğum mektubumu işten ayrıldığım gün yazmıştım. Evet, uzun bir zaman ve insan bir şekilde geçimini sağlamalı. İşten çıkarılmayı bekleyemezdim, şirkete adımımı her attığımda hapse girme tehlikesiyle karşı karşıyaydım. Yaptıklarımı sonsuza kadar saklayamam, sen bile saklayamadın.

Eski kamyonetimi küçük bir anlaşma karşılığında tamir ettirdim. Fazla bir şey bekleme, hâlâ dünyanın en boktan kamyoneti. Fiziksel olarak biraz körelmiş olsam da hâlâ yetenekliyim ve üstelik eski dostlarım bana bir sürü adres verdiler. Hepsinden bir şeyler koparabileceğimi umuyorum, her seferinde birazcık ve hiç kimsenin hiçbir şeyden haberi olmayacak. Kamyonetim sıçsa da -ki er ya da geç sıçacak- yapacağım bunu, çünkü zavallılığımdan kurtulmam gerek. Kulübesinin önüne pislemiş sakat bir köpekten farkım yok; kimse kapımı açıp içeri girmeye tenezzül etmeyecek. Burada kaldığım sürece asla yakalanmayacağım fakat ölüp sırt ağrımdan kurtulana kadar yan gelip yatacağımı düşünme sakın.

Sigarayı ve alkolü bıraktım. Bunları okurken bana kesinlikle inanmadığını kağıtta parlayan yüzünde görebiliyorum fakat gerçek bu. Param sınırsız değildi ve avuçlarımdan kayıp gitti. Kendimi hasta ediyorum, insanlara sunacak pek fazla şeyim kalmadı artık. Evden bir çıkabilseydim eğer... Biliyorum, beni izliyor, kapıdan çıkmamı ve bir yerlere gitmeye karar vermemi bekliyor. Hep çok uzakta ama orada, hissedebiliyorum. Neyse ki karşı komşumla fena anlaşmıyorum, bütün bu mektupları posta kutusuna o indiriyor, sağolsun kamyonetimi de tamir ettirdi; en büyük korkum, ben yola çıkmadan benim arkamı toplamaktan sıkılması, işte o zaman, kıç deliği dört katı genişlemiş cesedimi gömecekler toprağa.

Kleptomanik ve pis bir kız olmam seni rahatsız ediyor, biliyorum. Benden iyisi değildin sen de, işte bu yüzden aramızda parmağımla sayamayacağım kilometreler var. Umarım ölmüş ya da kör olmuşsundur, umarım bu mektup sana asla ulaşmaz ve böylece bana küfretmek için bile kalemi eline almazsın. Bağışla beni, sen bana cevap yazmadıkça, ben kafamda en iyi olasılığı kurup bununla mutlu oluyorum.

Enfiye çukurumu dolduracak kadar bile bahanem kalmadı. Onurumu ve inadımı -büyük ihtimalle yalnızca inadım- bir kenara bırakarak artık kaybettiğimi kabul etmeliyim sanırım... Cümle seçimim yanlış değildi, yalnızca sürekli duyduğum bir yalan bu, her şeyini kaybetmiş insanların kendilerini avuttukları yegane şey onurları; eğer 'gerçek' hayata başladığım noktada elimde herhangi bir şey olmuş olsaydı, bu satırları bambaşka biri yazıyor olacaktı. Seni hiç sevmemiş biri. Yazık, sahip olduğum tek şey sendin.

Yola çıkmak için kendime iki gün verdim. Karşı komşum üç gün dedi, "onun tam olarak nerede olduğunu anlamam üç günümü alır" dedi. Korktuğumu düşünme, o sapıktan korktuğum falan yok, sadece ölmeden önce son kez güneye sürmek istiyorum, güneşin doğuşuna karşı. Sonra da not ettiğim bütün adreslere gideceğim. Her şey 'sen ve ben' yıllarındaki gibi olacak. Bütün bunlardan sonra, bir gün yollardayken beni köşede sıkıştırabilir, kesinlikle direnmem, hatta kamyonetimin kapılarını ona kapıları ben açarım, büyük bir zevkle.

Olur da ölmeyi beceremezsem, sana yazmaya devam edeceğim. Üzgünüm, yaşamak adına bildiğim tek şey sana yazmak.


                                                                                                                      En saf yalanlarımla,
                                                                                                                                   Kızın                                                                                                              

2.3.13

Canlı Mercek


Nasıl ki bir örümceğin özgür olduğu an ilk kurbanını ağına düşürdüğü ansa, bir insanı önemli kılan şey de kameraların karşısında ilk başarılı konuşmasını yaptığı andır. Sabah vakti küçük bir toplantıda, üzerinde beyaz gömleği ve siyah ceketi ile konuşmasını bitiren şey bir insanken, röportajın sonunda yaptığı ufak espiriyle altı kişiyi güldürüp odadan çıkan şey bir kuş olmuştur, ancak kanatları yoktur, bu yüzden bir örümcek kadar özgürdür.

Örümcek kadar özgür bir kuşun izleyip umutlandığı her şey küçük ve anlamsız şeyler oluverir, çünkü kapattığı kapının ardında bilinmeyen bir geçmişi bırakmıştır. Siyah beyaz videolar ve bir sabah güneşten erken uyanmış olmak ona yeni hayatını düşündürür, -ki bu başlı başına bir hüzündür- sıfır noktasını neresi alacağını asla kestiremez, göbek kordonunun ona çizdiği başlangıcın varlığını öylesine güçlü duygularla reddetmiştir ki kameramanlar, kendisi bile böyle bir başlangıcın olup olmadığına emin olamaz bir süre sonra. İnsanların beyinlerinde iki kere ters çevrilmiş görüntüsünün gerçek başlangıcı, yalnızca internet sayfalarında kısacık cümleler olarak vardır ki bu cümleler de çok sonradan kurulmuştur, işte bu noktada o, gerçeklik algısını yitirir.

Kapıyı kapatarak özgürleşen insanın soğuk sabah rüzgarlarına karşı bir zaafı oluşur, bu zaaf, kafasını yastığa koydup o günden sonra hayatının asla eskisi gibi olmayacağını idrak ettiği an belirir ve bütün benliğini buz gibi güzelliğiyle sarar. Nesneler küçülüp yaşlandıkça onun gözündeki değeri katlanır, geri dönüşü yok, artık televizyonda beş kilo daha fazladır ve her şey korkunç bir şekilde büyümektedir. Binalara olan küskünlüğü artar, başını kaldırıp gökdelenlere bakmayı bırakması ise küçük bir kuşun ömrüne kıyasla kısa bir zaman alacaktır. O gecenin sabahı, yol kenarlarındaki yeşillikler değerlidir.

Çok daha yaşlı kuşlar vardır, o koridoru yıllar önce yürümüşlerdir ve -onlar da yalnız bir örümcek kadar özgürdürler- bu kuşların arasına katılacaktır kapıyı kapatan, bir gün ölüp ardında 2,067 ila 355 görüntülenme aralığında videolar bırakana kadar. Yaşlı kuşlarla üzerlerine güzellik parfümü sıkılmış etkinliklerde buluşup el sıkışır, defalarca hem de, saat öyle bir işler ki, her etkinliğin yaşlı kuşuyla tokalaştığında bir önceki etkinlikte tokalaştığı yaşlı kuş rüzgâra karışır. İşleyiş budur, katil kuşlar rüzgâr olacakları günü beklerler, her tokalaşma yeni fotoğraflar demektir ve hiçbir kuş insanlığa kendinden çok fazla karbon kopya bırakmak istemez.

Koridorun sonuna gelen insan asla merdivenleri tercih etmez ve asla da etmeyecektir, onun belgeseli asansördür. Asansör bozulursa ayakları geriye gider, her şey eline tutuşturulan kağıtta yazıldığı gibi olana kadar tek bir adım bile atamaz. Bir örümcek kadar özgürdür, kameralar karşısında kanatları olan bu insan, kendine bile itiraf edemez çocukken nasıl nefret ettiğini kızlardan ve nasıl basketbol oynadığını, boynunu ağrıtan merdivenlerden nefret eder, yukarı çıkacaksa da, aşağı inecekse de. Hep yukarı çıkmayı, en sonunda aşağı inmeyi ister.

Yazılı hayatı asansörde geçirdiği iki dakikadan fazlası değildir bu insanın, isterse taze kan, isterse yaşlı kuş olsun, kalbi hep göğsünün ortasında atar ve gülümsemesi kendisini izleyenlerin yüzde doksanı için anlamsızdır, çünkü o sürekli bir halin temsilcisidir, bundandır ki bir gün öleceği ihtimali hep es geçilir, tıpkı çalınan her ıslık gibi, başladıktan bir süre sonra gülümsememizle kesileceğini asla göz önünde bulundurmayız; bulundurursak eğer, asla ağzımızı kapatıp ıslığa başlayamayız.

Yalnız yürünen o -ilk ve- son koridor, o insanın yaşadığı en mutlu andır, çünkü dışarıda bekleyen tek şey sevdiği insandır, tek bir tane, belki iki, ama asla yaşlı kuşlar kadar yabancı değillerdir onu bekleyenler. O gün, ertesi sabah kendini görecek olmanın heyecanının yerini can sıkıntısına bırakmadığı günlerin en uzunudur ve bir örümcek kadar özgür her kuş otomatik kapıdan çıkar, alnına vurur rüzgar, işte, her şey bitmiştir, orada, arabada karısı vardır. Karısı her seferinde gülümser, o an bir kalp daha son kez sol göğüste çarpmıştır.

25.11.12

Yıldızlar


Kocaman cesetlerin, milyarlarca yıl önce sıcak olan nefeslerinden bahsediyorum. İnsanlık için bir tanrı olmaya müsait şeyler bu yıldızlar; öyle ki insanlığın varlığından önce de hep varlardı ve hep de var olacaklar. Yok olduklarında bile var olacaklar, sürekli büyüyen bu uzayda ışıkları asla sönmeyecek, nefesleri hep sıcak kalacak.

Arkadaşlarımız ve yoldaşlarımız. Kıskanmamalı, bizden daha çok şey bilir yıldızlar. Ne demiştik? Hep oradadırlar. Uzayın çam ağaçları. Hep oradalar. Kıskanmamalı, bizden daha çok şey yaşar yıldızlar.

Bir yıldız gibi beklemek çok şey öğretir. Eğer öylesine kararlı beklerse insanoğlu, önce bir hayatı görecektir, o hayat bitince bir başkasını, ardından yenilerini, dere gibi, sessizce akan bu hayatlar bir geceyi oluşturacaktır ve sonrasında gündüz gelecektir. Rüzgâr esecek ve ardından tekrar gece çıkacaktır sahneye. Böylece insan hayatı görecektir; hayatın aslında başlangıçsız ve sonsuz bir zamanın tekrarlarından oluştuğunu, farklı zamanlarda aynı insanların dünyaya geldiğini -benzer değil, aynı- ve aynı şiirlerin okunduğunu görecektir. Zamanın sonsuz boşlukta sonsuz tane Ouroborostan ibaret olduğunu ve asla çizgisel olmadığını bilecektir. Eğer öylesine kararlı beklerse insanoğlu, nihayet sonsuzuncu olduğunu bilecektir. Bilecektir ki; asla ölmeyecektir.

Yıldızların ağaçlara benzeyen bir yanı daha vardır: yıldızlar da tıpkı yürümekte olduğunuz yolun kenarındaki ağaçtan sarkan yapraklar gibi, yeterince güçlü zıplarsanız ona değebilecekmişsiniz hissi verirler. Onların trajedisi ve ağaçlardan ayrıldığı nokta da işte tam olarak bundan sonrasıdır: Asla onlara dokunmak için zıplamayı denemezsiniz.


Bir yıldızın hayatı, bir haikuyu anımsatır bizlere. Yalnız bir fark vardır, haiku şiiri ölümlü, kısacık anı ölümsüzleştirmeye çalışmanın hüznünü taşırken; bir yıldızın hayatının hüznü, asla sonu olmayan ölümsüzlüğü, bir ömre sığdırmaya çalışmasıdır.

Devasa heykellerin gözyaşlarıdır yıldızlar; asla silmek akıl edilmemiş.

Yıldızlara dikilen bayraklar hayâllerimizin eseridir. Biz ufacıkken, unutulmak üzre dikilmişlerdir oraya. Sonra hayâllerimizin yerini şarkılar alır. Uzayın sessizliğinde yıldızların sesinden ibaret hayâllerimizi çalmıştır birileri, farklı riffler kullanarak.

Yıldızlar, eve döneceğimizin kanıtı gibidirler. Küçüklüğünüzde babalarımızın bizi bakkala giderken gözlediği gibi gözler, sıcak dudaklarından bir öpücük aldığınız bir sevgili gibi özlerler; ilk öpücüğün ikincisini getireceğini bilmektedirler. Milyonlarca yıldır bu süre gelmektedir hani... Ah, yıldızlar, yıldızlar! Unutmak bilmez körpe cesetler!

İnsanlar henüz fotoğraf çekemiyorken bile yıldızlar gülümserlerdi.

Ölünce unutur ya insan, yıldızlar öldükten sonra da hatırlarlar. Bir sonraki ölümsüzlüğümüze açtığımızda gözlerimizi -ki bu olay, biz tam olarak öldükten hemen sonra gerçekleşir-, unuttuğumuzdan yanımıza hatıralarımızı almayı, cebimizdeki tek şey olan sevgi ve merakla bakarız yıldızlara. Sonra sonsuzuncu kez tekrar tanışırız yıldızlarla: Merhaba! Benim adım....

1.11.12

Gece Olur

Gece olur, işler biter. Bir şarkı eşliğinde kalabalık salonu terk eder. Sırtımda çantam, çok gürültülü ortamda sesini asla duyamadığım adamın dudaklarını okur ve tokalaşır vedalaşırım. Müzik sürmektedir, ben kapıdan çıkarım, hemen üst kata yönelirim. Boynum terlemiştir, kravatımı gevşetirim. Yukarı çıkarım merdivenler, merdivenler kalabalıktır, kafamın içindeki kalabalıktan duyamam seslerini insanların. Ayaklarına basarım merdivenlerde, ölü gibiyimdir. Son basamağa geldiğimde etrafa bakarım ve adım atamam, bir süre kilitlenirim, insanlar beni köşeye ittirirler; alt katta müzik sürmektedir. Bir yerde bir kapı kapanır ve müzik sesi kalabalığın boğacağı kadar azalır; kalabalık acımadan boğar müziği, beynime kan gider, uyanır gibi olurum. İtildiğim yerden bir başka müziğin geldiği odaya yönelirim, bunun için bir kat daha çıkarım yukarı.

Vardığımda kıvırcık bir kafa ararım kalabalıkta, onu bulamazsam büyük, esmer bir tane. Kısa saçları değil, iki dakika önce tokalaşıp hayatının geri kalanında başarılar dilediğim adamla üç dakika sonra karşılaşmak çok saçma olur diye düşünürüm, nitekim öyle de olur, bana inat, hayata ve bütün bu gereksiz kibarlıklara, ağız kokularına inat. Kıvırcık saçları ararım yeniden selam verdiğim üç dakikalık yabancıyla, dakikaları sayamam. Kıvırcık saçı bulurum nihayet, gidip sevgiyle dürterim kıvırcığı. O da bana döner ve ben sadece müziği duyarım, kıvırcığın dudaklarını izlerim. Sonra elimi omzuna atmaktan vazgeçerim ve belinden tutmak isterim kıvırcığın, o da olmaz, kasıntılığıma küfretmek isterim, üşenir edemem. Büyük ve esmer kafa gelir, benim omzuma atar elini, rahattır. Ben de rahat olmak isterim ama olamam. Kafamda bambaşka bir müzik çalarken kıvırcığı kaybederim, bir parça börek atarım ağzıma, bir masadan bulduğum.

Sonra halı kaplı basketbol sahasından dışarı çıkarım, sarı kafalıyla burun buruna gelirim. Bir geline benzer o an sarı kafalı; hiçbir düğünde giyilmeyecek kadar rahat ve güzel olan beyaz elbisesiyle karşımadır o an. Onun söyleyeceklerini duymak için kafamdaki ve dışarıdaki müzik ve gözlerimi kısarım, söyleyecekleri ondan duyacağım son şeyler olabilir. O ise elini yumruk yapıp bana uzatır, ben de yumruk yaparım ve o eklem çıkıntıları birbirine mükemmel bir şekilde geçer, sonra ayrılır, yalnızca bir saniye. Sonra gider kendi düğününe gelin, bambaşka bir yerde, asla gülümseyemeyeceğim bir adamdır damat da. Elbisesinden yeni yeni ezgiler dökülür.

Kıvırcık ve büyük esmerle beraber aşağı ineriz, ben çalıların arasında bir banka otururum, ya da öyle sanarım. Kafamı kaldırdığımda müziğin taştığı binanın girişini görürüm, Rachel ayakta durur ve biriyle konuşur, ben de Rachel'in daha önce hiç dikkat etmediğim kıçını görürüm. Sonra kafamı kıvırcığa çeviririm, o kadar kıvırcıktır ki, sarı kafalıyı bulup gelinliğini kıvırcığa vermek ve evlenmek isterim kıvırcıkla; o elbisenin kıvırcıka asla olmayacağını bilmeme rağmen hem de. Büyük esmer konuşur, çocuk gibi dudağını büzer ve görüşmeyi bırakmamamız gerektiğini söyler, bırakmayacağımızı, bize New York'tan bir sürü şey getireceğini söyler, asla hatırlanmayacak şeylerdir bunlar, çalılara karışıp azot olacak ve o an unutulacak şeyler... Kıvırcığa bakarım, çok fazla kıvırcıktır. O da çocuk gibi şikayet eder o an, çocuk olmamasına rağmen çocuk kadar tatlı eder şikayetini. Gitmek der, gitmek derim. Ayağa kalkarım ve merdivenleri tek başıma çıkarım, çantam omuzlarıma yapışır, telefonum çalar.

Telefonla konuşurken büyük esmer yanımda olur, şeker gibi yapış yapış bir şeyler söyler, iyi bir kızdır büyük esmer, bu an onu düşünürüm, sadece ben böyle bir iyilik istemem, çok daha farklı şeyler isterim. Büyük esmerle tokalaşıp öpüşürüm ve beş adım attıktan sonra kafamı geri çevirip elimi sallarım, hiç gerekli değilken. Önüme bakarım ve o an vedalaştıktan dört dakika sonra tekrar görünce asla bozulmayacağım, asla kendimi saçma bir durumda hissetmeyeceğim kıvırcıkı görürüm; o saçma bir duruma düşecek, bozulacak bile olsa, yüz metre kadar ötemde, yokuşun başladığı yerde, bir sokak lambasının altında duruyordur o an, elinde telefonu. Adımlarımı o gece son bir kez onun için hızlandırırım ve ona sarılıp teşekkür ederim, üç kere, hepsi de yersiz ama içten teşekkürlerdir. Kokusunu içime çekemem, sokak sokak kokarken, kıvırcık da sokak kokar, biraz da müzik ve ter, hiçbir karakteristik koku yoktur. Saçlarına dokunur ve elim yanmış gibi aniden çekerim, bilmem, belki de utanırım o an. Sonra onu bırakırım. Yokuşu inmeye başlarım. Beş adım atıp arkamı dönerim. Elinde telefonu, aynı yerdedir. Beş yavaş adım daha ve tekar bakarım, hâlâ oradadır. Sonra ben arkamı dönmeden onun birine döndüğünü görürüm, oraya yönelir ve adımlarını hızlandırır, belki de o gece için son kez, başka biri için. Gözden kaybolur, önüme dönerim. Islık çalamam o an, sola döner ve son yokuşu inmeye başlarım, deniz ayaklarımın altında gibidir. O gece boyunca daha önce hiçbir zaman değil, ben arabaların ıslıklarını duyduğumda çok sevmem gereken birini hatırlarım. Gece olur.

30.10.12

Yanlış

Merhaba baba.

Sen 'böyle olmuyor, yazarak anlatacağım bir şeyleri' dediğimde, bu söylediğim şeyi kendinle ve annemle ilişkilendirip sinirlendin, bütün meselenin saçma cümleler kurmadan, ben lafımı bitirene kadar bana herhangi bir cevap vermeyeceğine emin olarak her şeyi tek tek anlatabileceğim tek yolun yazmak olduğunu anlamadın. Yazarak anlatacağım bunu.

Sen ve annem, siz bana sevmeyi öğrettiniz. Dünyadaki bütün yaratıkları sevmeyi, sizi sevmeyi. Nefreti öğretmediniz, kini öğretmediniz. Her insan kadar kinci biriydim ben de, siz içimde filizlenebilecek sadisti çok küçük yaşta durdurdunuz, kestiniz kafasını. Bana sahip olduğum bir sürü güzel özelliği siz aşıladınız; kitap okumak, insanları sevmek, doğayı sevmek, saygı duymak... Yazı yazmam dışında neredeyse her alışkanlığımı sizden aldım. Yazı yazmamı kimse durduramaz, ben bile durduramıyorum. Küçükken bir sürü çocuğun sahip olduğu angarya eşyayı almamı istemediniz mesela, benim hiç iğrenç bir spiderman kostümüm, uçan balonum olmadı. Gereksizdi çünkü bunlar, haklısınız. Teşekkür ediyorum, geri dönüp baktığımda utandığım çok az şey bırakmışsınız arkamda.

Siz zeki insanlarsınız, sen de annem de. Bu yüzden bazı şeyleri anlatamıyorum sizlere, katiyen kabul etmiyorsunuz. Şu anda bunları okurken de tıpkı beni dinlerken olduğu gibi ellerini bağladın ve baştan aşağı haksız olduğumu düşünüyorsun. Anlattıklarımı katiyen kabul etmediğini katiyen kabul etmiyorsun ve şu anki tavrını değiştirmezsen katiyen kabul etmemeye devam edeceksin. Önce sözlerime kulak ver, burada edebiyat yapmıyorum, bir mektup yazıyorum. El yazımı sevmiyorum, o yüzden buraya, bloga koymak istedim. Merak etme, kimse kimseyi suçlamıyor, ben de seni suçlamıyorum, bu yazıyı okuyan başka insanlar da suçlamayacak. Yalnızca şunu bil, ben sana ne hissediyorsam bunu söyleyeceğim ve sen de bana olmamı öğütlediğin adamsan eğer, bu söylediklerimi ön yargısız dinleyeceksin.

Bana kaç kere ukala dediler, kaç kişi ukala dedi saymadım. Ukala değilim demiyorum, kesinlikle öyleyimdir. Keşke öğrettiğiniz şey olsaydınız baba, keşke. Keşke beni ukalalıkla, haksızlıkla, bencillikle ve yalancılıkla suçlarken kulak vermeyi deneseydiniz. Sen, baba, keşke beni seni dinlememekle suçlamayı bir kenara bırakıp beni dinleseydin. Senin ve annemin karşısında laf anlatırken ne kadar kelimelerin birbirine girdiğini görseydin. Kusura bakma, görüyorsun bunu. Göremediğin şey nedeni. Ben sen değilim baba, ben siz değilim. Sizin kadar cesur değilim belki fakat bunun cesaretle alakası yok. Böyle anlatırım ben derdimi, direkt anlatamam, çünkü topamaya çalışırım söyleyeceklerimi. Konudan konuya atlarım, isteyerek yapmam bunu. Bana -her ne kadar inkar etseler de- kafadan yalan söylüyormuşum ve haksızmışım, lafı geveliyormuşum gözüyle bakan iki insanın karşısında lafı geveliyorum baba, istemeden oluyor bu. Birbirine giriyor cümleler, o kadar sinirleniyorum ki derdimi anlatamayınca, saçma sapan cümleler dökülüyor ağzımdan -konuyla hiçbir alakası olmayan, sadece sinirimin eseri olan. Bunlar hakaret olmuyor baba, yanlış önermeler oluyor bunlar. Sen de bu yanlış önermeyi kuyruğundan tutup bana saldırıyorsun baba. Bu öyle bir kısır döngü ki, hiçbir zaman seninle 'daha açık' konuşamıyorum baba. Hep suçluyor gözlerin, çok kötü, çok yorgun bakıyorlar. Seninle konuşurken rahat hissetmiyorum, uzun zamandır hissetmedim de. Sana bu kadar şey yazıyorum, bilmiyorum ne kadar anlıyorsun beni.

Yaşıtlarımdan daha olgun olmam için elinizden geleni yaptınız. Aslında yaşıtlarımla bir kıyaslama derdinde miydiniz bilmiyorum - ki sanmıyorum da - ama sonuç olarak olan şey tam olarak bu. Benim kendimi kontrol etmem, kendimi korumam için verebileceğiniz her şeyi verdiniz sanırım, ama baba, dört duvar arasında kendimi korumam gereken hiçbir şey yok. Her şeye izin verdiğinizi söylüyorsunuz. Evet, makul olan her şeye, sizin lügatınızda. Kendimin elde edemediği çok şey var: izinleriniz. Gittiğim ve size 'izin vermiyorsunuz' dediğimde bana sürekli cevap olarak gösterdiğiniz her yere, siz de istediğiniz için gittim. Hiç bilmediğiniz bir yere gitmedim, belli bir saatten sonra belli bir şekilde kesinlikle sosyalleşemedim. Ah, hayır, anlamıyorsun neye yakındığımı, burun kıvırıyorsun. Benim yakındığım şey, korumaya çalışırken ne kadar gereksiz, ne kadar saçma halt varsa hepsine özendirmen oldu baba, hepsine, teker teker hem de. Yaşıtım olan insanların dörtte üçünün rahatlıkla yaptığı bir sürü şeyi yapamadım, sizce makul olmayan. Hani daha olgundum baba, hani bakardım kendi başımın çaresine? Pekalâ ölmezdim baba, yalnızca öğrenirdim. Henüz arkadaşlarım ölmedi benim baba.

Siz bana neyi gösterirseniz gösterin, neyi söylerseniz söyleyin, ben yine hatalarımı yapacağım. İkinize inat o duvara ben de çarpacağım. Bende kendi gençliğini mi görüyorsun, ondan mı izin vermiyorsun baba bana? Düzeltmek istediğin ne varsa hayatında, gençliğinde bunun yansıması ben miyim? İyice ezik bir insan oldum senin yüzünden baba. Bana seni sevmekten başka bir şey öğretmedin, sana kızamadım, kızamadıkça kendi içimde kendimi yedim. Özgürüm ben baba, yaşımın getirdiğince özgürüm. Bilgili bir adamsın sen baba, zekisin, beni tanıyorsun, ama biraz farklı tanıyorsun. Önce benim sırtıma tek tek vurduğun yaftaları çıkart. Önce bencili al, sonra yalancıyı. Onlar olmadan bana bakmayı öğren.

Seninle konuşurken neden ellerimi sıktığımı, dizimi titrettiğimi, yüzüne bakmadığımı soruyorsun baba. Ben dayanamıyorum baba, bağıramıyorum, çağıramayorum, kapıda sen öyle dikilirken odadan çıkıp gidemiyorum baba. Sürekli bağıran bir adam oldun, ben de sürekli derdimi anlatamayıp sinirlenen. Ben sinirlendiğimde bırakıp giderim baba, kendimi dışarıda yerim, kimse üzülmesin diye. Bana bağırmak ve "ben ölsem sana iyi bir roman konusu çıkar, o kadar" demektense neden bütün kemiklerim kırılana, ben kör olana kadar dövmüyorsun beni baba? Sen de rahatlarsın, ben de.

Benim de planlarım var baba. Sizin gölgeniz beni kapatmıyor artık, senin kadar benim boyun da, biliyorsun. Ben de ailenin bir ferdiysem, planlarınızdan haberdar olmamamın bahanesi benim yanınıza gelmiyor olmam olamaz, pekala sofrada, başka yerlerde bunu bana söyleyebilirsiniz, kaldı ki bu durumu buraya çeken benim kadar sensin de baba. Beni anlamaya çalıştın ama beyninin en arkasında bir şey asla anlamadı beni baba, çünkü annemde de, bende de var olan o ön yargı, 'bu konuşuyor ama benim bildiğim doğru' tabakası sende de var. Keşke bunun zıttını öğretebilseydiniz baba, öğretmeye çalıştığınız şey olabilseydik hep beraber. Önce sizler.

Şimdi düşünüyorum da; hep sahip olmak istediğim kız çocuğunu aslında bütün dünyaya değil, sizlere tepki olarak yetiştirmeyi planlamışım. Her yerde sevgiyle bahsettiğim sen gibi bir baba olmamayı istemişim ben baba, çoğu konuda.

Beni serbest bırakın baba, bırakın da kendim göreyim her şeyi tek tek. Ben nasıl bir şeyi yanlış yaptığımda inatla üzerinde duruyorsanız, ben de inatla direteceğim bu hakları kazanmak için, getirisi ne olursa olsun. Vereceğin her cezaya razıyım baba, fakat aynı hızla direteceğim ben de; ve bana kulak verirsen, karşında bir türlü toparlayamadığım cümlelerimi gerçekten dinlersen, isteklerimin aşırı veya saçma olmadığını göreceksin. Ben yalnızca, yarattığınızdan başka bir dünya istedim baba, kendi dünyamı istedim. Hâlâ da istiyorum. Alacağım da.

29.10.12

Kes

Beynim bana oyunlar oynuyor, bu sefer de sensin milyonlarca düşüncemi yüklediğim yüz. Bir önceki yüze hiç benzemiyorsun, pek bir numaran yok gibi. Çok ilginç, her yerde aklıma geliyorsun, bazen aynaya bakınca seni görüyorum, dokunsam ıslanacak gibisin. Hiçbir zaman sevgilimin yüzü yansımadı karşı tarafta. Sevgilim karşımdaydı, adımı söylüyordu, bana gülümsüyordu, konuşuyorduk, mesaj atıyordum, o bana mesaj atıyordu. Hiç gerçek anlamda konuşmadığım, merak ettiğim insanların yüzleri oluveriyor bir anda benim yüzüm, benim hareketlerim. Erkekleri merak etmiyorum, hep kızlar oluyor merak ettiklerim. Sen dahil bütün bu gizem kendime yönelik bir oyun gibi, senden ve öncekilerden asla 'gerçek siz'den alamayacağım yanıtlar alıyorum, asla olamayacağınız kadar şahane yaratıklarsınız kafamda. Kendi kurguma hayranım ben, sizi kafamda pişirip yeni senaryolarda oynatıyorum. Rollerinizin uzunluğu ise benim yalnızlığımla doğru orantılı. Delirmiş olamam, bu anlattıklarımın hepsi doğru.

Çok ilginç saçların var, çok değişiyorlar. Saçlarının doğal hali neye benziyor merak ediyorum, boka batmamış, şampuan kokan, boyasız olan saçların. Kırmızı kafalı olma sakın, kırmızı kafa başka yerin konusu.

Bugün metroda öğrenciliğin dibine vururken aklıma geldi yüzün, sonra gülümsedim. Hemen dibimde metronun tavanındaki direğe tutunan amca vardı, kekremsi kokusu burnumu sikip atıyordu, iğrenç insan kokusu. Güzel insanlar da iğrenç kokarlar, bunu gittiğim biber fabrikasıvari yerde gördüm, emin olabilirsin. Bazen güzel insanlar çok çirkin kokarlar, ağızları kokar bu çirkin insanların, midelerinin özünün kokusunu alırsın. Çünkü açtırlar. Sahi, ne yapıyorsun bu kadar parayı? Herkesin ağzı kokabilir, her sabah midemizde yanan yağlar felaket koku yapar. Senin paranı isterdim biliyor musun, korkusuzca yazabilmek, senin kadar rahat olmak. Mesela sözel gibi sikindirik bir şey okuyup bütün hayatımı yazmaya yönlendirmek isterdim. Şimdi çok geç olmayan bir saatte, milyon tane iğrenç işin arasında, garip, kurgusu olmayan, gerçek gibi bir şey yazıyorum. Sen ise oradasın.

Bana çok uzaksın, seni sokakta görmek gibi bir ihtimalim yok. Zaten hayal gücümün oyuncu kadrosuna kattığım hiçbir isim, hiçbir yüz bana yakın, tesadüfen de olsa ulaşılabilir olmadı. İroniktir, ne zaman tek başıma dolaşmaya çıksam, ne zaman sessiz olsa ortalık, hiç karşılaşamayacağıma emin olduğum hatunlarla karşılaştığımı düşünürüm ve bu benim genzimi yakar, sonra gülerim bu duruma. Sanırım kendimle konuşamama yardımcı olduğum maskelersiniz sizler, çünkü sizle her seferinde karşılaştım, asla aşık olmadım ya da intikam alırcasına sikmedim sizi, yalnızca konuştum. Doğru olamayacak kadar saçma.

Sesini bilmiyorum. Bu yeni işte, çünkü diğer hatunların hepsi sesleriyle kayıtlı. Senin de seks kaydını alabilmeyi isterdim, izleyip kahkaha atabilmek için, suratındaki, o dudak büzüşündeki emin ifadenin nasıl anlamsızca hayvanlaştığını görmek için tekrar tekar geri sarardım kaydı. Sen nasıl bir şeysin?

Şimdiye kadar hiç düşünmedim ama şimdi seni öpmeyi istedim, kokunla tadını aynı anda alabilmek için. Bana gerçek olduğunu kanıtlaman için, üstelik benden haberin bile yokken. Bu sıradan bir yakarış değil, sorunları olan bir adamın kendisinin 'vajinalı' versiyonuyla konuşmasından ibaret. Adam vajinalıyı öperse vajinalı amlıya dönüşür ve masal bozulur, adam da deli olmadığını kanıtlamış olur.

Tahmin ettiğim kadar bile zeki olmadığına eminim, kafamda yarattığım kadar 'unique' olmadığına da. Biz insanlar olarak abartmayı severiz, abartır ve abarttığımız şeylere aşık oluruz, sonra yan yana yatıp sabahı beraber kalkmak için can atarız ve gözlerimiz kıpkırmızı olur. Sen o kadar değilsin, sen yalnızca elinde bir sürü imkan olan ve benim dışımda kimsenin işine yaramayan, bu eksikliğini de taşağa ve 'umrumda değilsiniz'e vuran bir kızsın. Boyun çok ideal, fakat dokunmadan vücudun hakkında hiçbir şey söyleyemeyeceğim.

Merak ediyorum, külot giymeden çok geniş şort giydin mi hiç?

14.10.12

Atlet Terini Alır

Parıltılı bir geceydi. Yüzlerce insan adımı haykırıyordu. "İşte oldu!," diyorlardı, "Halil yarışı kazandı!". Son 30 metreyi nasıl koştum bilmiyorum, bildiğim tek şey bacaklarımın kanla dolduğu ve o anda NEREDEYSE uçuyor olduğumdu. Öylesine kasılmışlardı ki, her kalp atışımda bütün vücudum titriyordu. Parmak uçlarımda koşmuştum son 30 metreyi. Bir şey söyleyeyim mi, gerçekten de şahane bir uçuştu, vücudum kalbimin atışıyla her titrediğinde iki saliseliğine de olsa ayaklarım yerden kesiliyordu. Yarış bittiğinde ise bağırıyordum, EN BÜYÜK BENDİM.

Daha önce konuştuğumuz gibi Nermin beni dışarıda bekliyordu. Ben de kel kafamı üşütmemek için hemen arabaya atladım, çantamı ayaklarımın dibine koydum. Nermin hoş kadındı, benden yedi yaş büyük olsa da güzel bir yüzü ve güzel bacakları vardı, üstelik arabası vardı. Koşu dışında sürdüğüm sefil hayatında kıçımı toplayan bir kadındı Nermin, çok da güzel yemek yapardı üstelik. Arabaya girer girmez klimayı kapadı ve bana gülümseyip çok iyi olduğumu söyledi. Bunu ben de biliyordum.

Arabasını deniz kenarında bir yere çekti. Hızla arabadan inip onun kapısını açma inceliğini gösterdim; sportif olmamın yanında böyle centilmen de bir insandım. Sonra elimi uzattım ve Nermin'in narin elini tuttum. Onu arabadan yavaşça çekip çıkarmadan önce elini bir beyefendi gibi öptüm. O ise bundan düpedüz zevk alıyordu, kahkahalar atarak indi arabadan. Yavaşça kapıyı kapadım ve önünde eğildim:

-Bu kadar zevzek olmana gerek yok, dedi ve yüzüme tükürükler saçarak kahkaha attı. Bu hareketine bozulmuştum ama çaktırmadım, bir beyefendi gibi davranmaya çalışırken onun böyle dalga geçmesi affedilecek şey değildi. Sonra daha da affedilmeyecek bir şey fark ettim: Bir kokoreççinin önündeydik. Yani benim 'evde yenilecek mis gibi yemek' hayâlim suya düşmüştü, tuzla buz olmuş, yanmış bitmişti. "Amına koyayım Nermin, amına koyayım senin." dedim içimden.

Kokoreçlerimizi yerken konuşulabilecek en boktan konular hakkında konuşuyorduk bir yandan da: Koşu dışında bir iş yapmayı düşünüp düşünmediğim, nasıl geçineceğim, yeterli parayı bulup bulamadığım... Nermin'in mavi gözleri gözlerimle çok seyrek buluşuyordu. Gecenin laciverti ayaklarımın altındaydı: Karşı kıyıda binlerce ışık vardı, uzak olduğum için bana güzel görünen ışıklardı bunlar. Sonra kendi ışıklarımızın aydınlattığı gökyüzü vardı, bu gökyüzünde de yine kendi ışıklarımızın gizlediği güzel yıldızlar vardı. Ben ise burada, bir sokak ışığının altında, çırılçıplak kaldırımda, çok konuşan bir kadınla karşılıklı oturmuş kokoreç yiyordum, tanrım, ne kadar çok toz vardı bu koca şehirde!

Anahtar delikte iki tur döndükten sonra, kapıyı omzumla ittim ve nihayet eve girmiştik. İçerinin karanlığı apartmanın koridorunu, dışarının ışığı da evin karanlığını boğuyordu. Boğmaca. Önce ben girdim, sonra Nermin hanım teşrif ettiler. Bir daha beyefendi gibi davranmak yoktu, buna karar vermiştim.  Nermin tiz sesiyle "ehihihihi" diye gülerek girmişti içeri. Hiç alkol almamışken böyle davranması garipti, demek ki bir kadını böyle bir durumda güldüren şey alkol değil, evine bir erkeğin girmiş olmasıydı; içilen şeyin mohito mu yoksa ayran mı olduğu önemsizdi.

Sırtımda taşıdığım bombayı -hangi sporcuya sorsanız, terli çamaşırlarının bir bomba olduğunu söyleyeceklerdir- kapının kenarına attım. Nermin "şşt! Ahmet uyanacak!" dedi. Ahmet de kimdi? Bu saatte burada ne işi vardı? Bu ev Ahmet ve bana yeter miydi? Madem uyanmaması lazımdı, Nermin neden eve anırarak, kahkahalarla girmişti? Ahmet'in komşunun oğlu olduğunu öğrendim, bu gece burada kalacakmış, annesi yok muymuş neymiş. Nermin'in yaptığı işgüzarlığı fark edince ben de kahkahayı bastım, Ahmet umrumda değildi. Ahmet diye çocuk mu olurdu hem? Ahmet diye adam olurdu.

Sonra Nermin'in odasına gittik. Bir anda susmuştu, az önce gülen bir kediydi, şimdi ise çok ciddi bir kısrak gibiydi. Ciddi de olsa, hatta daracık bir kıçı bile olsa kısrak kısraktır. Kapıyı arkamızdan çektim ve kendimi yatağa attım, çok yorgundum. Bu enerjiyle ne kadar iyi bir iş çıkarabileceğimi bilmiyordum. Öyle çok gerinmiştim ki, bütün eklemlerim yerlerinden çıkıp tekrar yerlerine girmişlerdi. Karşımda soyunan kadının yüzüne karşı esniyordum. Yanıma geldi, üzerimdekileri teker teker çıkarttı. Beyefendi olmak yoktu, ona yardım etmeyecektim kıyafetlerimi çıkarırken. Tamamen çıplak kaldıktan sonra tekar düşündüm, beyefendi olmak yoktu. Üzerine çıktım. En büyük bendim, beyefendilik yapmayan, kaba saba ama yine de en büyük.

Nermin'in kesik soluklarının arasında her nasıl olduysa başka soluk sesleri de duydum. Kafamı çevirdim, Ahmet yatağın hemen yanında duruyordu:

-Ne yapıyorsun burada bacaksız? dedim.
-Sadece sesinize uyandım, ben..
-Tamam, şimdi git ve yerine yat, ya da televizyon izle, bu saatte güzel belgeseller oluyor.

Ahmet gözden kaybolmuştu. Nermin bana kızgın bakışlarla bakıp yataktan çıkmaya çalıştı, fakat ben boğazından tutup yatağa yapıştırdım. Neden kızıyordu ki, beni eve getirip benimle sevişme fikri benim miydi? Ben yalnızca görevimi yapıyordum.

Sertleşemediğim üç dakikanın ardından yaklaşık yirmi dakika sonra işimi bitirmiştim. Ben en iyisiydim, mükemmel bir koşunun ardından bir insanın performansı en fazla bu kadar olabilirdi. Nefesim bile bozulmamıştı, yataktan hızla çıktım ve gerindim. Nermin uykuya dalmıştı bile. Ben de üzerime donumu giyip yataktan çıktım, eğer çantamdaki pis şeyleri kirliye atmazsam, çantam da, kıyafetlerim de ölüp gideceklerdi.

Bir marş mırıldanarak koridora geldim. Işık açıktı, demek ki unutmuştuk kapatmayı ışığı, tıpkı kapıyı arkamdan çektikten sonra kapanıp kapanmadığına bakmayı unutmam gibi. Çantama bakındım, fırlattığım yerde yoktu. Sonra ellerimi belime bağlayıp etrafa bir göz attım. Salon? Kulak kesildim, televizyon sesi geliyordu.

Salona girdiğimde Ahmet'i kocaman gözlerle televizyona dalmış bir şekilde buldum. Arapça bir kanal açıktı. Sonra çantamı gördüm, hemen Ahmet'in ayaklarının dibindeydi. Sonra daha da dikkatli baktım Ahmet'e. Yaşıyor gibi değildi. Bir şeyi kemiriyordu. Daha doğrusu emiyordu. O şey... eee... benim atletimdi:

-AHMET? NAPIYORSUN? AHMET BIRAK ONU!

Tepki yoktu. Kulağının dibinde bağırıyordum ve kafasını çevirip bana bakmıyordu bile. Ne kadar süre bizi izlemişti bu velet?:

-Ahmet, bırak onu. Bırak dedim sana.

O kadar iğrençti ki, süt dişlerini atletime batırmış, salyalarıyla gecenin zaferinin özsüyunu, en boktan tarafını içiyordu. Bütün o ter, atlete yapışmış bütün o adrenalin ve testesteron küçük Ahmet'in ağzındaydı. Ahmet diye çocuk mu olurmuş lan?

Atlete yapışıp çektim. Ahmet de atletle beraber yere düşmüştü, dişleri hâlâ atletteydi. Çektim, çektim. Ahmet yerde sürünüyordu. Daha da sert çektim. Nafile, Ahmet'in çenesi kilitlenmişti. Sonra bütün gücümle, çığlık atarak bir kere daha çektim ve elimde atletle duvara fırlayıverdim. Kafamı çarpmıştım, atlette ise biraz kan vardı. Benim kafamdaki kan değil, Ahmet'in karanlıkta bile parıl parıl parlayan, tahminimce sallanmakta olan, atlette kalmış süt dişinin kanıydı bu kan.



Ahmet hayatımda gördüğüm en dayanıklı çocuktu, hastaneye kaldırılmıştı fakat ölmemişti. Atlette kalan dişlerinin yerine yenisi çıkmıştı, Nermin beni terk etmeden önce bir ara bunu bana söylemişti. O atletteki ter nasıl bir insanı öldürmez anlam veremiyorum.

26.9.12

Ne Kadar Ayıp

Dağınık bir insan olduğum ve aynı zamanda fazladan heyecanlı ve çabucak gaza gelen bir insan da olduğum için, birden fazla merakımı ve hobimi doyasıya yaşayacak bir zaman yaratamıyorum kendime. Dağınıktan kastım genel tavır olarak dağınıklık, parçaları birleştirmeyi gözümde fazla büyütüyorum, bu yüzden haybeye kaybettiğim, boşa geçmiş zamanlar çok oluyor hayatımda.

Ne diyebilirim ki, merdivenleri çok hızlı inerim ben. Yürürken yanımdan geçtiğim her insanın yüzüne çok dikkatli bakarım istemsiz, bir şeyleri aradığımı düşünüyorum bazen, fakat aradığım yeni bir şey yok. Yaptığım tek şey insanlar üzerinde bu kadar erken kurduğum önyargılarımı haklı çıkarmak, her seferinde tahmin ettiğim şeyi görmek ve buna kendimi iyice inandırmak, bir gün bir yerlerde insanların yüzüne manalı sayılabilecek bir ifadeyle bakıp kesin cümleler kurabilmek için.

Gün içinde çok fazla şey görüyorum ve beni de pek çok şey duygulandırabilir: eski bir kalemkutu, akustik gitar, iyi hazırlanmış bir kahve, güzel bir kitap, eski bir kağıt, es geçtiğim bir nokta, çocuk kıyafetleri, dolabın üzerinde unutulmuş posterler, asla giyilmemiş kot pantolon, eldivenler, kör gözler, amatörce karalanmış şeyler, kırk bir mandal, kırık bir bira şişesi, cırtcırtlı ayakkabı, şiirler, insanlar ve köpekler. Bazen de çocuklar. Bu kadar çok şeyin beynimi her an uyardığı bir hayatta yaşamanın güzel yanı, takıntılarınızı besledikçe daha çok detay bilecek olmanız.

Hayatın gidişatı içinde önemli birer rol alacak insanlar var gibi sanki ve tanrı geri kalanları unutmuş gibi, sadece bir figüranın olması gerektiği gibi aynı özensizlikteler ve koşuşları, gülüşleri neredeyse aynı. Boş vadileri doldurmak için çizilmiş bir takım yaratıklar var, küçük ve uzun burunlu. Dans etmesini bilirler.

Yaşadığım şehre baktığımda görmediğim kısımlarını bile gezmiş gibiyim sanki. Köşe başlarındaki tekel sahiplerinin traşlı yüzleri her yerde aynı gibi. Her şey aynı düzenin kopyalanıp farklı bölgelere dağıtılmasından ibaret, bir iki fırça darbesi dışında oluşumlar hep aynı, merdivenin herhangi bir basamağından düşmek gerekmiyor bunu görmek için, eve geldiğinizde ellerinizi yıkamadan önce aynaya bir kez bakmanız yeterli.

Ruhun bedenlerini rüyalarında terk ettiği soğuk olacağını tahmin ettiğim bir sonbahar ve ardından gelecek olan kış. Ne kadar adildir her şey? Her şey ayrı yazılır. Hiçbir şey de ayrı, fakat birleşik bir hiçbir var sözcükte. Ne kadar az ise elinizdekiler, yine elindekiler az olan insanlarla yakınlaşmak durumundasınız, bazen aynı ev, bazen aynı oda. Bazen de her şeyiniz varken yaparsınız bunu, yalnızca düzüşmek için hiçbir şey olursunuz bir anda.

Şiddetin dalgalarını sokakta hissetmek mümkün. Bisikletimle boş asfaltlarda yolculuk yaparken hep evlerdeki şiddet dalgasını hissediyorum, ensemin oralarda bir noktada, sürekli yer değiştiren bir nokta. Soluk ve doğal olmayan, sarımsı ışık bir çekim hatası gibi, pornografik bir düşünce, ya da sadece dönüp duran bir dizi. Sürekli dönüp durmasını zaten yavan olan senaryosuna borçlu. Bir bass sesi gelir ve o an hepinizin kafasından o anda kavgada olduğunuz geçer, önce dayak yer, sonra kalkıp epik bir şekilde döversiniz o hayvani yaratığı. Müzik arkada çalmaktadır, fakat unutmamalı, kahramanlar efsanelerde olur.

Kitap okurken bir şeylerden uzaklaşmak en kolayı. Sizi oturduğunuz yerden kaldırmak için ant içmiş, yorgun doğmuş orta yaşlıların testislerini koltuklara sürttüğü ve ortalığın yaldır yaldır menapoz koktuğu o çöl sıcağı, bazen de çamurlu yağmur suyu toplu taşıma araçlarında yaratılabilecek en kusursuz dünyayı yaratır kitap. Asla tam olarak kusursuz değildir, işin güzel yanı o kusurlara hayret etmek.

Karanlık yollarda yürürken, nasıl bir saçmalıksa, deli gibi suya ihtiyaç duyar boğazım, kupkuru olur. Birazcık su.

Harbiden de ne güzeldi benim beybileydim ya, beyazdı. Çizgi filmde grubun lideri olan tüysüz'ün beyblade'iydi, ejderhalı falan. Hiçbir zaman sevmedim grup liderlerini. Yazarları da, sadece yazdıkları şeyleri sevdim. Benim gibi yazan insalara hayran olmak onların gölgesinde kalmayı kabul etmek benim için, bir işi gerçekten yapmak isteyen herkes için de bu böyledir. Sonra da beybileydim kırıldı zaten, plastik bir arenada bir mahalle turnuvasında kırıldı. Pazar malı bir beyblade kırmıştı benim beybileydimi. Çok üzülmemiştim.

Para üzerine bir hayatta yükselmek demek, tepsinin üzerindeki süt dolu bardağın incelip uzaması gibi bir şey bence.