25.9.11

Solo - 3

*Hata yaptığında üzülmeyeceğin bir başkasını hata yaparken oturup izlemek çoğu şeyden daha zevklidir; çünkü yaptığı hatada senin hiçbir suçun yoktur ve tek suçlu o olduğu için ona istediğin kadar söylenme hakkına sahipsindir.

*Yeni insan demek, yeni zaman kaybı demektir. Ve evet, zamanımızı güzel şeyler uğruna harcamayı severiz.

*Biz sıkıştığımızda nasıl tuvalete çıkıyorsak, mutluluğumuz da bu ihtiyacını yüzümüze gülümseme bırakarak yapar.

*İnsanlara göründüğümüzden çok daha mükemmelizdir aslında, çünkü her seferinde ya o insan tamamıyla yanlış bir zamanda gelmiştir ya da her şeyi yanlış yorumlamıştır.

*İlhamı beklemeyin, çünkü o bir damacanada bekler ve pompaya çok bastığınızda siz istemeden taşacak olan sudan farklı değildir.

*Kalıplarına göre yaşamaktan pişman olmayacağınız tek şey, size uygun kot pantolonu giymektir.

*Ne zaman canınız yanıyorsa, o zaman size en yakın insan ayağa kalkıp bağırdığınızda duymayacak uzaklıktadır.

*En değerli şeyinize yaklaşan tehlikeyle görüşünüzün bulanıklaşması doğru orandadır.

*Aşk, ağızla söylenmez. Ağzınla içmiyorsun ki!

*Sen bu satıra gelene kadar sözcükler soğudu, tadı kaçtı. Yoksa nefisti, gerçekten.

Yanlış Tahmin (ya da bir başka açık mektup)

Şu anda ya yoldasın ya da vardın oraya. Gerçi ne değişecekse, kayıplardasın sonuç olarak. Çok sık görüşen insanlar olmadığımız için (bu sıkılık derecesini ikimiz de gayet iyi biliyoruz) pek bir farkı yok önceki günlerden benim için. Fikir biraz koyuyor olabilir ama olsun, senden önce de yaşıyordum, büyük ihtimalle sonra da yaşayacağım.

Öncelikle şunu belirtmek istiyorum: Bu yazıyı üzerine alınacak onlarca kişi tanıyorum. Okuyacaklar ve üzerlerine alınacaklar. Hatta şu satırı okurken bile yazının kendilerine olduğunu düşünecekler. Bu saçma karışıklığı gidermek için söylüyorum, varlığından haberdar olan tek arkadaşım Bulut diye seslendiğimiz çocuk. Bir tane daha var ama onu da yazarsam işin gizemi yok olur.

Kart atıver sana zahmet
Sorunlarını kendi kendine yaratan bir manyaksın. Çünkü inanıyorum ki, her insan evladı sorunlarının bir kısmını kendi kendine yaratıyor. Çocuk sahibi olmak da sorun satın almak gibi mesela. Neyse, sana manyak diyorum ama alınmayacağını da biliyorum, çünkü her şey anlattığın gibiyse şu anda benim bunu dememi, birinin "ya ne alakası var yhaaa" şeklinde tesellisinden çok bunu dememi istiyorsun. Triplere girmene gerek yok sadece, çok farklı bir durumda değilsin diğer insanlara göre. Zaten her tür insanı barındıran, her tür insan topluluğunun yaşadığı bir şehirdesin, benden daha iyi biliyor olman lazım "sürü psikolojisi" olayını. Sen de bu psikolojiye dahil olup mutlu olabilirdin hiçbir şey düşünmeyerek, eğer sürüden biraz uzakta otluyor olmasaydın.

İnsanlardan soğumak, zamanında yüzünü görmeyi sevdiğin insan sana sarılmak istediğinde ittirmen gibi bir şey. Geçicidir de aynı zamanda. Sadece bazen o kadar uzun süreli oluyor ki, o geçmeden senin ömrün bitiyor. 

Yolculuk, parayla satın aldığın transtır. Şaka yapmıyor ya da abartmıyorum, gerçekten beyin üzerinde böyle bir etkisi vardır. Bu yüzden insanlar bazen nereye olursa olsun, sadece seyahat etmeyi isterler. Yolun açık olsun.

Her sene erteliyorsan yapacaklarını, hayatı da erteliyorsun demektir; tek sorun, yaşayacağın kısmı erteliyorsun, ve erteledikçe de sınırlı zaman ibresinde sınırsız yapabileceklerin ucundan biraz biraz kırpılıyor. Bu dediğim yüzünden dolu dolu yaşamak çok zor. Yoksa kolay.

Tabi ki, canının istediğini yaparsın giyersin.

Hiç kimseye değer vermemekte de özgürsün, sadece insan bir diğerini arıyor, yoksa kafayı yersin. Gülme, ben lafımda gayet ciddiydim.

Bazen düşünüyorum, keşke sana aşık falan olsaydım da özlemem için bir neden olsaydı. Ama yok işte, yok seni özlemem için sana dayalı bir neden. Belki sevimli tavrın beni mutlu ediyor, belki de kasılmadan muhabbet edebildiğim sayılı insan evlatlarından biri olman. Belki de daha önce de söylediğim gibi, sırf bir süreliğine de olsa konuşmamız sona erdiğinden bu kadar satır yazdım. Olsun, ben de böyle rahatlıyorum.

Eğer gerçekten bama söylediğin yere gitmiyorsan ve hiç kimse de sana şu soruyu sormadıysa ben sorayım:

-Nereye gidiyorsun .mına koyayım?

24.9.11

Bencil Miyim?

Merhaba sevgili okur, eğer sen de izin verirsen, içimi dökmek istiyorum sana.

İyi bir insan olduğumu düşündüm hep. Aslında iyi olmayı değil de, takdir edilmeyi istedim, ve takdir edilmek için de iyi olmak gerekiyor. İyi olmayı isteseydim eğer, iyilik yaptıktan, ya da iyi bir şey yaptıktan sonra "hey bakın ne yaptım!" konulu hal ve hareketlere bürünmez, sessizce yapar efendi gibi otururdum yerime. İyi olduğu için iyi olanlarınızı gözlerinden öpüyorum bu yüzden.

Takdir edilmek, omzumun sıvazlanması neden bu kadar mutlu ediyor beni? Günün kahramanı olacağım için mi, yoksa ihtiyaç duyulan olacağım için mi? Bence ihtiyaç duyulan olacağım için.

Geçen gün halamla muhabbet ediyordum. Çok güzel bir şey söyledi. Zaten büyükleri dinleme taraftarıyım, dikkatli dinlersen onların yıllarla satın aldığı önemli bilgileri erkenden ve bedel ödemeden alabiliyorsun. Neyse konumuza dönelim, halam biz konuşurken çok güzel bir saptamada bulundu. Şöyle dedi:

"İnsanlar ihtiyaç duymadığı sürece yaptığın iyilik hiçbir şey onlar için. Ne zaman onların işine yarayacak bir zamanda iyi olursun, o zaman saygı duyulan bir insan olursun. Çok fazla iyilik, çok fazla yetenekli olman insanların hoşuna gitmez. Şimdi sen tıka basa dolu olsan, karnın tok olsa, benim sana ustasından getirdiğim, mis gibi iskender hiçbir şey ifade etmeyecektir senin için. Ama sen açken sana bir parça simit versem, bundan çok mutlu olursun. O yüzden insanlar istemedikçe, iyi olma, ekstra çaba harcama."

Gözlerinden öptüm senin de halacığım, valla doğru demişsin.

Ekstra çaba harcama noktası önemli bir nokta. Çok fazla iyilik insanların hoşuna gitmez de önemli bir nokta. Simit, iskender benzetmesi de önemli diğerleri kadar. Sırasıyla açıklayayım:

Kaybedenler Kulübü'nde bir söz vardı, gerçi çok ara bir replikti, hatırlayanınız olur mu bilmem ama replik "komşunun çimleri sana her zaman daha yeşil görünür." dü. Neden? Kendi çimlerimize sahip değil miyiz zaten? Bizde böyle bir açgözlülük, "daha da fazlası!" isteği yok mu zaten? Ee, o zaman, neden elimizin altındaki şey önceliğimiz olsun? Son bir soru, önceliğimiz olmayan şey önemli olabilir mi?

Dediğim gibi. Ekstra çaba demek, daha çok iş, daha az takdir demek. Bu olay çok konuşan bir insanın kendini yerinde konuşan insandan daha az dinletmesine benzer. O zaten konuşacaktır, peki ya diğeri, diğerinin ağzını bir daha ne zaman açacağı belli mi? O zaman bırakın onu dinleyelim. Sınırlı olan her şey değerlidir, çünkü insanlar hayatı bile bir sonu yokmuş gibi yaşarlar. Ve bu yüzden de herhangi bir şeyin sonu geldiğinde derin anlamlar yüklenir, büyük laflar edilir. Herkes şair kesilmiştir. Çünkü, o son gelmeden önce biteceği hiç düşünülmemişti. Dikkat edin, başarılı sporcuların son maçları, müzik gruplarının son konserleri çok gözdedir. O son gelmeden binlerce maç yapıldı, yüzlerce konsere çıkıldı, peki bu arada nerelerdeydin sen de en sonuncusuna kaldın?

Sınırımız olsun. İnsanlar daha fazlası için ter döksün, güzel bir iki söz söylesin. Bir örnek daha verebilirim: eğer vereceklerimiz sınırlı olursa değerli de olur. Reggie Miller 9 saniyede 8 sayısını sadece bir maçta atmıştır mesela. Ferhat ve Şirin'in sevgisi dağları delecek kadar farklı olduğu için güzeldir. Bu tür şahanelikler tekrar etseydi sıradan olurdu. Biz de o şahanelikleri toplam 2-3 kere yapmayacak mıyız? E o zaman neden özel olmayalım? Neden övgü almayalım?

Çok fazla iyilik insanların hoşuna gitmez demiştik. Bizim çok fazla iyi olmamız, çok fazla iyi olmayanları başkalaştırır, başka, daha düşük bir sosyal gruba iter anında. Onlar yapamıyor kısmındadırlar, biz yapıyor. İnsanlar kendi yapamadıkları şeyleri karalamayı çok severler, çünkü kendi ayıplarını da karalarlar bu yolla. Bu yüzden çok fazla iyi olmak hoşa gitmez. Sınfın en çalışkanı, en iyi notlar getireninin her sınav dönemi kötü bakışlara maruz kalmasından pek farklı değil bu. Ortalıkta "ben iyiyim" diye dolaşmaktansa, söz sendeyken olabildiğinin en iyisi olmak en güzeli. Bunu yapman kötü bakışları durdurmaz, sadece azaltır, ve biz de mümkün olduğu kadar az hasar almaya çalışıyoruz.

Şimdi simit - iskender ikilisine gelelim.

Bunu diğer örneklerimde neredeyse tamamen anlatmıştım. O yüzden tek bir cümle daha söylemem yetecektir: Camdan biri düşmediği ya da insanların canı sıkılmadığı sürece, senin uçabiliyor olman başkalarının neden umrunda olsun ki?

En başa dönelim. Bence ben, ihtiyaç duyulan olmak istiyorum. Nedeni de çok basit, aslında ne kadar mükemmel bir kişilik olduğumu bana söylesinler istiyorum ve bunun tek yolunun da mükemmelliğime ihtiyaç duyulması olacağını biliyorum. Bu ego hepimizde vardır, mükemmel olduğumuz için değil, beynimize öyle olmadığımızı anlatmak çok zor olacağı için vardır.

Böyle bir kaygımız olmasa, insanların arkamızdan ne diyecekleri çok umrumuzda olmazdı. Zaten bu hayata bir kere geliyoruz, onda da bir tane vücuda ve ruha sahibiz. Paylaşamayacak kadar az şeyimiz var yani. Bencil olmuşuz, kötü olmuşuz kimin umrunda? Omzumuz sıvazlanmaz sadece.

Sevgilerimle...


                                                                  

23.9.11

Köpeğin Fikri

Şehrin dışında sayılabilecek bir yerde, pembe duvarları olan büyük bir villa vardı. Bu villada iki tür canlı yaşardı: bu türlerden birini sahipler, diğerini ise Boncuk oluştururdu. Tamı tamına üç tane sahip vardı villada. Bu sahipler pembe duvarların içinde yaşarlar iken, Boncuk ise kendisine yapılmış olan ahşap rengi kulübede uyurdu. Sahipler gibi değildi Boncuk, onlar gibi kapalı bir yerde bütün hayatını geçirmek istemezdi ve geçiremezdi de. Sahiplerden biri boynundaki soğuk demiri çözdüğünde geniş ve yemyeşil çimlerle kaplı bahçede yuvarlanır, koşar, oynardı. Yalnız bahçeden çıkmaya cesaret edemezdi, çünkü çıktığında sahipleri Boncuk'un canını yakıyorlardı. Bu villada söz sahibi kişi sahiplerdi.Sahipler isterse Boncuk yürür, istemezse yürümezdi.

Ne kadar şehrin hemen yanında da olsa, Boncuk'a göre dışarısı sınırsız bir boşluktu, çünkü yeşil çimlerden ve beyaz çitlerden dışarı sadece yirmi saniyeliğine çıkmıştı ve bu yirmi saniye nerede olduğunu anlamaya çalışmakla geçmişti. Bu yüzden hayatı yeşilliklerin bittiği yere kadardı.

Bir akşam beyaz çitlerin dışından bir köpek geldi. Yabancıydı, Boncuk onu tanımıyordu. Yavaşça yanına yürüdü köpek. Boncuk da zincirin izin verdiği kadar yaklaştı köpeğe. Köpeğin ağzında beyaz bir şey vardı. Tamamıyla yabancı bir köpek ağzında yabancı bir şeyle geliyordu ve Boncuk bundan korkmamıştı. Aksine köpeğin kokusu ve tüyleri çok hoşuna gitmişti. Birbirlerine yaklaştılar, Boncuk onu kokladı, o da Boncuk'u. Dönmeye başladılar birbirlerinin etraflarında. Boncuk kuyruğunu sallıyordu,her iyi hissettiği zamanda istemeden yaptığı gibi. Yabancı da kuyruğunu sallıyordu. Sonra durdu ve Boncuk'un burnunu yaladı. Boncuk ise kuyruğunu daha hızlı sallıyordu.


Derken sahiplerinden biri pembe duvarların arasından koşarak çıktı. Hiçbir zaman anlamadığı sözcüklerin benzerlerini bağırıyordu ve kendi üzerine doğru geliyordu. Boncuk önce korktu, ama sonra sahibinin gözlerinden kendine değil diğer köpeğe doğru koşuyordu. Köpek bunu fark etti ve beyaz çitlerden atlayıp uzaklaştı. Bu arada, ağzındaki beyaz şeyi düşürdü.

...

Bu garip olayın üzerinden üç şafak geçmişti ve Boncuk o beyaz şeyi kemirip duruyordu. Daha fazlasını istiyordu, daha fazla beyaz ve sert şeyden olsun istiyordu.

Dilekleri kabul olmuştu. Ağzındaki kemiği gören sahipleri iki günde bir kemiğini tazeliyordu Boncuk'un. Boncuk ise büyüyordu, ve daha büyük kemik istiyordu.

Bir gece, pembe duvarların saçtığı ışık ve sıcaklığın karşısında uyudu. O gece çok mutluydu, çünkü bütün çimler parlıyor ve Boncuk'u ısıtıyordu.

Sonra nedense sahipleri ona yemek vermemeye, en önemlisi de kemik vermemeye başladı. Akıllı bir köpekti Boncuk, anladı bir daha gelmeyeceklerini. Akşam kemikleri atmışlar, sabah yenisini vermek üzere uyumuşlardı. Evet, Boncuk açtı.

Altıncı şafak söktüğünde Boncuk, tamamıyla içgüdüsel olarak ön bacağını ısırmaya başlamıştı. Canı acıyordu, ama içinden bir ses bunu yapmasını söylüyordu. Siyah tüyleri o bölgede koyu kırmızıya dönmüştü. Siyah tüyleri parçalayana kadar ısırdı. Sonunda o beyaz ve tanıdık şeye ulaşmıştı.

O günü hatırladı. Yabancı köpek gelmiş, ve gitmişti. Ona kemiği öğretmişti. Boncuk, aşık olmuştu kemiğe. Belki de köpeği sadece ağzındaki kemik yüzünden sevmişti ilk anda. Onu özlemiyordu, sadece kemik istiyordu.

Gözleri kapanmak üzereydi. Bacağını kemirirken gözleri kapanmaya başladı. Sonra yabancı köpeği gördü kulübesinin kapısında, ağzına kemik vardı. Hayır hayır, o yürüyen bir kemikti, en büyük ve güzel olanıydı...

16.9.11

Haiku Denemeleri

Saygılıyız ama
Ama sadece iş,
"Görüşürüz" e geldiğinde

Yağmur yağmadıkça insan
Ne kuru bir sandalye arıyor
Ne daha ıslak birini

İki nokta arası
Sonsuz uzaklık
Diğer ucunda sen varsan

Yarın nedir ki?
Saniyeleri öldür,
Saatleri parçala.

Pamukta yaşıyor
Filizleneceğim diye,
Fasulye misali naz yapıyor.

Dünya büyük değil,
Sadece ucundan azıcık
Paçalarını kısaltmamız lazım

Hayat çok yakışıyor,
Şuh kahkahaya
Emin adımlara

Kendin gibi ol,
Ya da bana bak,
Orada ne görüyorsan.

Susmaksa hakikat
Sus hadi
Ruhun yokmuş gibi.

Hazır adını yazdım
Kırmızıyla da geçmişken
Kendiminkine el atmalı

Münasebetimiz hep senli benli,
Saygı yok aramızda,
Yoksa sığmıyor mu?

Hep kandırmaca zaten.
Ucundan alacağız dediler,
Pilava atacak kadar aldılar.

Dışarıdan öküz gibiyimdir ama,
İçimde Dingo'nun ahırı var,
Bütün hayvanları kullanabilirsin.

Zenci nedir ki,
Daha da yozlaşıp
"Afrikalı" diyebilecekken?

Anlam mı arıyorsun?
Bana bakma,
Harcadım ben hepsini.

Acı acı haykır
Öyle gerçekçi olsun ki
Öksürt beni.

Senin ilacın benim,
Haftada beş gün
İkişer ölçek

(17 hece kuralına uymadım, haklısınız)

15.9.11

Zor'a Mahkum

Her şey güzel olacak.

Evet, sonunda da olsa güzel olacak..

Ölüm hakkında bir yazı yazmıştım sanırım. Şimdi biraz daha detaya girmek istiyorum bu mutlak sonuç hakkında.

Öncelikle şunu söyleyeyim: Mutlak sonuç yok. Varsa bile, bizlere yok.

Mutlak sonuç nedir? Bir kere bunu bünyemiz kabul etmez. Mutlak son, mutlak sonuç, hep acı verir. "Peki şimdi ne olacak?" diyorsak, -ki diyoruz-, bir işi yaptıktan sonra "şimdi ne yapmalıyım patron?" diyorsak, -ki diyoruz-, canımız sıkıldığında "yemek bittikten sonra ne yapabilirim?" diyorsak; -ki diyoruz- mutlak son fikri bize koyuyor demektir. Öldükten sonra fişimizin çekileceğini düşünsenize bir. Peki şimdi ne olacak? Hiçbir şey olmayacak. Evet, hiçbir şey, ne bunu düşünecek bir beynin, ne de sonrasını dolduracak bir zamanın olmayacak mesela.

Mutlak son yoktur. O yağmurun ıslattığı toprağın hoş kokusu, fısıltıların sessizliğini yırtan o uzaktaki arabanın sesi, babanın o yaşlı ama donuk gözleri, gömülen bedenin hareketsizliği o anla beraber yok olmamıştır aslında. Olmuş olsaydı, bunu konuşamazdık, değil mi? Bu düşünceler seni taciz ediyor, acı veriyorsa, mantığını kaybetmeyi dile. Kaybettiğini düşle ardından, bir daha asla böyle düşüncelerin altında ezilmeyeceğini. ASLA... Kötü bir fikir mi? Dediğim gibi, mutlak sonuç, hep acı verir.

Unutulmak...  Sen eski sensidir aslında, suç sende değildir; ama şunu düşün, ya unutanın suçuysa? Peki ya ikiniz de masumsanız, ve sonsuza kadar sürecek olan zaman unutturmuşsa O'na seni? Yanılıyorsun, hata yapmadım. Zamanın sonsuza kadar süreceğine eminim, çünkü zaman bittiğinde sonsuzluk da bitecek.

Bir amcam vardı benim. Çok özür dileyerek düzeltiyorum: Bir amcam var benim. Olmuyor işte, sonsuza kadar yok olmuyor. Olmadı. Olmasın. Çünkü O, hatırlandığında adına bir saatliğine göz yaşı dökülmeyi hakkedecek biriydi fikrimce. Öyleyse daha sık gel ve al benden bu mikro ağırlıkları, hepsi senin olsun.

Bir de pusulanın öbür tarafı var tabi.

İyimser olalım. Daha doğrusu umutlu. Öldükten sonra, ruhlarımız karşılaşabilir mesela. Ya da biriniz beni uyandırıp "amma uzun uyudun" demesi ve kayıp namına verdiğim ne varsa sağ köşemde görmem de pekala olabilir. Yaratıcı olalım; belki de bu dünyayı beyinlerimiz yaratmıştır. Öyle olmasa da, o ayakta tutuyordur bu düzeni. Aynı anda milyarların ölümü şah-mat ettiklerini düşünmeleri, belki ölümü korkutur, kim bilir.

Elbet bir gün buluşacağız,
bu böyle yarım kalmayacak
ikimizinde saçları ak,
öyle durup bakışacağız…

Bilmemek mi en iyisi? Sonunda öleceğiz. Her şey, hayat hakkında her şey bitecek. dünyadaki birileri -belki de sadece biri- için anımız yaşasa da, ruhlarımız dimdik ayakta dursa da, az önce dediğim gibi asla yok olmayacak olsak da, bu bizim umrumuzda olmayacak. Koptuk dünyadan... İşte, bunun böyle olacağını bilmememiz daha mı iyi yoksa? Söylemeseler bize bir gün öleceğimizi, ölüm geldiğinde onunla beraber aniden ve duruma tamamen fransız bir şekilde gitmemiz, daha mı iyi? "O zaman hayatın sınırsız olduğunu düşünüp bütün hayatı bomboş geçirirsin" demeyin lütfen. Öleceğimizi biliyoruz hepimiz (çoğumuz), hangimiz elimizi çabuk tutuyoruz öleceğiz diye?
Hayır, belki bu açıdan değil ama, ölümü bilmek gerekiyor. Mutlak son yoktur, diyebilmek için.

Hep en zoruna mahkum değil misiniz siz de? Kafanda o görüntü, kovalasan da birkaç metreden fazla uzaklaşmıyor, onu görüyor ve acı çekiyorsun. Çok zor değil mi acı çekmek? Değil. Acıya katlanmak bile zor değil, sadece biraz zahmetli. Çünkü ister istemez acıyı da çekiyoruz, acıya da katlanıyoruz. İntihar mı dedin? Kusura bakma abi haklısın, saygılar...

Kendi ölümün değer verdiğinin ölümünden daha katlanılırdır çoğu zaman.

*Peki böyleyse neden önceki yazında bana "en çok, herkesten çok kendisini sever insan" dedin? Bu nasıl mümkün olabilir?

Aslında çok basit bir açıklaması var:

Eğer sen ölürsen, basıp gitmiş olursun. Ama sevdiğin (daha önce de dediğim gibi, sevginin en derinine indiğimde daha doğrusu inebildiğim kadar derinine indiğimde edindiğim fikir, bir insandan çok, onun sende uyandırdığı duyguları sevdiği, onlara aşık olduğuydu) ölür ve sen de hayatta kalırsan, tatlı canın özleminden ve kahrından çok acır. Ölüp acıdan kurtulmak fikri daha kolay ve enteresandır.

"Kaç tanemizin hayatları gerçekten zor?" sorusuna cevap bulmadan, daha temel bir soruya cevap vermeliyiz:

Kime göre, neye göre zor?

11.9.11

İçinde Filizlenmek Geçen Yazı


Bu yazı gerçekten uzun olacak gibime geliyor. Çünkü kafamda yaklaşık 3-4 yazılık bir materyal var şu anda, ve hepsi de tek cümleden filizlenen fikirler.

"Tek cümleden filizlenen fikirler."

*Nasıl yani tek cümle, neyden filizleniyor bu?

Ya aslında haklısın, tek cümle falan değil. Çünkü kendi adıma düşüncelerim "Soysuz şunu şöyle diyeceksin bak tamam mı?" gibi kesin bir komut içermiyor. Dur, lafımı bitireyim. İstisnaları var tabi ki, mesela önemli bir iş yapacaksam, içimden "Kırmızı olanı alacaksın. Sarıyı değil. Kırmızı olanı alacaksın. Sarıyı değil. Kırm..." diyorum, ama takdir edersin ki bu bir "düşünme" değil, daha çok kendi kendine tembihleme. Anne yüzü görmüş olan bizlere annelerimizden bizlere birer yadigar diyelim buna da.

Neyse, konumuza dönelim. Aslında "düşünme" eylemi çok bulanık bir eylem. Neyi düşündüğünü çok rahat ve net görebilirsin, bunda hemfikiriz. Fakat tam olarak "nasıl" düşündüğün kısmı biraz çetrefilli. Hayır, bilimsel olarak değil, sadece, açıklayamazsın işte. Yani ben açıklayamıyorum...

*Abi ne diyorsun, neyi açıklayamıyorsun? Ben düşünce filizlenmesi şeysini bile anlamadım henüz.

Bak, aslında çok basit bir mantık kurarak anlatabilirim sana. Düşünme yeteneğine sahip olduğumuz kesin. Düşünürken neyi düşündüğümüzü de gayet net bir şekilde söyleyebiliriz. (-Metin ne bakıyorsun ebleh ebleh tabağına? +Ankara'yı düşünyordum abla, Selçukların durumunu düşünüyordum. Dalmışım.[Kemalettin Tuğcu romanından bir parça gibi oldu bu da, sağlık olsun.]) Nasıl düşündüğümüzü de küçük bir araştırmayla öğrenebiliriz, ama benim yukarıda dediğim "nasıl" bu değil işte. Benim dediğim "nasıl", insanın "nasıl" sorusuna verdiği cevap... Örneğin içinde bir başka örnek olsun sana:

-Delicesine sevdim sevdiğimi...
+Nasıl sevdin tam olarak?
-Delicesine, çokça.
+Ya işte nasıl delicesine?
-Kör oldum onun aşkından.
+Mesela?
-Mantıklı düşünemedim mesela.
+Yani tam olarak açıklaman gerekirse?
-Abi Allahaşkına siktir git...

Bak. İşte bizim aradığımız "nasıl" da bu. "Nasıl sevdin?" Sorusana benzetmelerle cevap veriyor konu mankenimiz de. Bak mesela az önce rüyanı düşündüğünü söylemiştin. Hah, sen düşünürken kafanda tam olarak ne oldu? Yani cümleler mi belirdi kafanda, yoksa resimler mi? Ya da elektriksel mesajı kafanda hiç yorumlamadan direkt kavradın mı? Bilmiyor musun? Ben de bunu diyordum işte. Nasıl düşündüğünü bilemiyorsun, çünkü bunu yaparken de düşünüyorsun ve bu da seni düşünme sınırları içinde tutuyor. Anlatabildim mi?

*Evet evet. Ee, tek cümleden filizlenen fikirler diyordun, onu da açıklasana bana.

Tabi, seve seve. Benim orada demek istediğim, kafamda 3-4 ayrı konu hakkında tam olarak bir cümle haline getirip soramayacağım sorular var. Çalışılıp ezberlenmemiş öykü gibi; anlat desen, tam anlatamam.

Az önce bir arkadaşımın blogunda dolaşıyordum. Blogunda yazdığı ilk yazısına göz attım.(çok severim bloga girilen ilk yazıları okumayı, pek kibardır, pek ezilir büzülür genelde "blog açtım, hoşgeldim" şeklinde yazılar yazanlar. Zaten fark ettiyseniz blogumda böyle bir merhaba yok) İyiydi, hoştu ama benim bunu anlatmamın asıl sebebi yazının güzelliğinden çok, dikkat çektiği fikirlerden biriydi. Evet, bu yaptıklarının aynını ben de yapıyordum. Bu sorun değildi, ama biri bana bu yaptığımı sorduğunda, onun da blogunda yaptığı gibi "bana özgü bir özellik işte bu" şeklinde biraz da kasılarak, yüzümde gülümsemeyle anlattığım bir şeydi. Ve onunla aynı şeyi yapıyorduk.

Söylediğim gibi, bana koyan şey o olayın aynını yaşıyor olmam değildi, bunu bir nevi marjinallik olarak anlattırken aslında işin olağanlığını, basitliğini ve sıradanlığını görmemiş olmamdı.

Ben de çok severim yan profilden gökyüzüne bakıp gözlerimi gökyüzünde uzak bir noktaya odaklanırken gülümsemeyi ve "evet öyle yetenekli bir insanımdır" demeyi. Sonuçta, bu da bir ihtiyaç. Yokluğu işkence olan her şey gibi bu da bir ihtiyaç. Şunu anlamıyorum: Neden biri benim hakkımda ne bileyim mesela "çok düşünceli bir çocuktur, ince fikirlidir" dediğinde sorun olmuyor ama ben aynı şeyi kendim hakkında birine söylediğimde, hatta bunu düşünen o birine bile söylediğimde küstah yaftası yiyorum(size bununla ilgili sıcacık bir örnek vereyim, ben tırnak içindeki "çok düşünceli bir çocuktur, ince fikirlidir" kısmını yazarken, bu örneği verirken bile yaklaşık 3 dakika düşündüm "buraya ne yazsam da küstahlık etmemiş olsam, tepki almasam" diye.) ?

Kendini övmenin hoş karşılanmadığı bir yerde sıradan olduğunu iddaa etmek, ya da en azından kendi vasıflarını dile getirmemek en güzel yol şüphesiz. Peki, ya gerçekten sıradan değilsen sevgili okur? O zaman; sıradan olmadığın ortaya çıkınca "hani sen de bizler gibiydin?" yakınışıyla karşı karşıya kalmaz mısın? İnsanlar kendi beceriksizliklerinin bilincinde olduğu her konuda harikalar yaratanları kirletmezler mi gerek düşünceleri gerekse tavırlarıyla? Peki ya ben, "insanlar" topluluğunun içinde olmama rağmen nasıl kendi yansımamıza yüzlerce fit uzaktan bakıp genelleme yapabiliyorum?

Yazı uzun falan olmadı. Çünkü ben yazarken on kere başından kalktım ve sadece tek bir materyali işleyebildim. Zaten verdiğim linklerle de tekrardan ibaret olduğumu gördüm, ona üzülüyorum. Geçer, değil mi?

Arkada Çalıyordu: Pivot - Make Me Love You


Videoyu da iliştiriyorum aşağı:

6.9.11

Çocuk

Hayır çocuk, hayır! Senin çizgin orası. Oradan bir adım bile gelmeyeceksin. Çizgilerini çizmeyi öğrenmedin, ben çizeceğim.

Hayır, çocuk! Seviyorum seni elbet, ama sana bir şey olmasına izin veremem. Seni göremeyecek olma düşüncesi bana çok, ama çok acı veriyor. Ben bencil miyim çocuk?

Ben ne cani, ne de katilim çocuk! Korkma benden, izin ver seveyim seni, öpeyim kokunu içime çekerek. Bilmiyorum, belki de katilim, katlettim mi senin çocuksu mutluluğunu, rahatlığını? Yaşlandırdım mı seni, küçük bedenine çok mu sorumluluk yükledim yoksa çocuk?

Hataların var çocuk! Ben ise salak gibi onları bir bir düzeltmeye çalışıyorum, kendime ait düzinelercesini düzeltmeden önce.

Önceliğim sensin çocuk! Hayatımın sonunu aşağı yukarı kestirebiliyorum, ama sen daha yolum başında bile değilsin. Senin yaşamını kendiminkinin eksikleriyle doldurmak isterdim çocuk, ancak "benim söylediğim gibi olmanı" istiyorum senden. Kendi sonum beni rahatsız ediyorken, aynı sonu sana biçmek çok mu aptalca çocuk?

Çirkin duyguları tecrübe etmemiş birisin henüz. Bundan mı bu teninin pürüzsüzlüğündeki güzellik çocuk? Yoksa arınıp yılların getirdiklerini atma düşüncesi mi senin masumiyetini bana güzel gösteriyor?

Bana gülümsemeyi öğret çocuk! Çünkü ben, kendiminkileri yalandan olanlarıyla tükettim.

Çocuk, seni güneşten, sinekten, dışarıdan, sokaktan, mikroptan koruyoruz. Senin narin bedenine gelmesin diye bütün bunlar, vücudumuzu önüne siper ediyoruz çocuk. Acaba silik bir adam mı olacaksın? Peki ya ben, sırf senin bende uyandırdığın duygulara aşık olan ben, kurşuna dizileceğinde, atlar mıyım önüne, eder miyim kendi bedenimi seninkine siper? Peki ya öldüğümde, bu duygular zaten yok olmayacak mı delik deşik bedenimle,birlikte toprakta? Senin için ölene kadar kanayacağım düşüncesi mi daha katlanılmaz, yoksa paramparça olarak asla kanayamayacağım düşüncesi mi? Yol göster bana çocuk!

Ben, senin sahip olduğun asaletten düştüm, çocuk. Masum değilim, günahlarım kanatlarımı yaktı; ve ben de, buradayım işte, seninle konuşuyorum.

Seni seviyorum çocuk.

Düne inanamıyorum. Bütün geçmişin gelip geçmiş olduğuna, ve bu dönemi beynimin ne kadar özet geçtiğine inanamıyorum. Yarının da geçeceğini, seninle konuşurken dakikaların geçmiş olduğuna da inanamıyorum. Gücün benden geçtiğine de inanamıyorum çocuk. Aslında inanıyorum, ama tahammül edemiyorum; çünkü benden geçen ilk şey tahammüldü.

Aşk şarkılarından bıktım çocuk. Kafamı yaslayıp mükemmel eşi düşlemekten bıktım. Aşk'ın bu kadar sömürülmesinden de bıktım çocuk. Ne olur bana söz ver, özel olan duyguları özel bırakacaksın. Ah, kusura bakma, kendi yolunu kendin çizmelisin. Belki böylece nefret ettiğim bir adam olursun ve ne bedenimi gelen kurşunlara siper etmek zorunda kalırım, ne de yasını tutmak.

Elimden tutabilirsin çocuk; ama sadece ilk ayağa kalkışında. Çünkü benim elim, senin düşmeyi öğrenişinin şerefine sana uzanacaktır.

Başkaları hakkında rahatça genellemeler yapabiliyor, kesin yargılara varabiliyorum, ama iş kendime gelince kilitleniyorum çocuk. Konuş, ne dediğinin önemi yok, tamamen kendine özgü cümlelerin bir nebze mutlu eder belki.

Ah çocuk, sen çocuk, ben senden çocuk... Bunları sana anlatıyorum, üstelik çocuk olduğunun altını çiziyorum. Sanırım seni ciddiye almıyorum; ama saygı duyuyorum, çünkü ben senin gibi içten gülmesini bilmiyorum.

3.9.11

Yazlığın Sifonu Bozuktu

"O ne" diye sorsanız,
Alacağınız cevap "bok"tu.
Bana soracak olsanız,
Onun adı Soe'ydu.

Başta tek parçaydı,
Sevdiğinin gözleriyle,
Nefes alır, yaşardı.
Ve herşey, çok yemekle başlardı.

Sevdiğiyle tek vücuttu,
Geçmişi düşündü;
Eskiden baharatlı sucuktu.
Dana olduğu da olmuştu.

O günü beklerdi hep,
Kaçacak ve dalacak,
Serin sulara yelken açacak,
Ve yeniden doğacaktı...

Olmadı, zaten hayatla kavgalıydı,
Bir ayrılık kaldıramadı.
Olmadı, zaten hayatta yaşadığı toplam;
2 saat 4 dakikaydı.

Korkunç güne başlarken,
Sadece "hissetti" sevdiğini.
Öpmek, sarılmak gibi şeyler,
İnsanca, pek acizce şeylerdi.

Çıkarken umutluydu,
Tabi dalacaklardı derinlere,
Ne kıskançlık, ne de herhangi bir duygu,
İnemeyecekti onlarla, o derinlere.

Büyük gün geldiğinde,
Soe, tembihledi sevdiğine:
Bana yakın dur,
Tazyiğe uzak.

Önce çıktılar oradan,
Atladılar ve daldılar,
Tek sorun, iki parçaydılar.
Çok ama çok zayıftılar.

Sifon çekildi,
Tazyiksiz suda kayboldu sevdiği.
Sue hala oradaydı,
İki,sadece iki damla ağladı.

O iğrenç yaratık Soe'ya baktı,
Hayır, sue bu adamdan çıkmış olamazdı,
Hele sevdiği,
Bu güzelliğe bu sahip günahtı.

Adam bir daha sifona bastı.
Soe ise yine ayaktaydı.
Savaş içeride başlamışsa,
Zafer dışarıda alınmalıydı.

Bir kova su geldi,
Soe kendini kaybetti.
Ne gücü vardı, ne nefreti.
Aşkını da alsanız, baştan ayağa üryan idi.

Soe bir döndü, iki döndü.
Sonra istemeden daldı derinliğe.
Umrunda da değildi aslında.
O gitmişti, tek başına mı savaşacaktı?

"O ne" diye sorsanız,
Alacağınız cevap "bok"tu.
Bana soracak olsanız,
Onun adı Soe'ydu.

Ve senden benden cesurdu.
Aylarca tuvalette koktu.
Ayrıca sevmezdi beni çünkü,
Ona isim verip onu insanlaştırmam,
Ona çok ama çok koydu.