25.11.12

Yıldızlar


Kocaman cesetlerin, milyarlarca yıl önce sıcak olan nefeslerinden bahsediyorum. İnsanlık için bir tanrı olmaya müsait şeyler bu yıldızlar; öyle ki insanlığın varlığından önce de hep varlardı ve hep de var olacaklar. Yok olduklarında bile var olacaklar, sürekli büyüyen bu uzayda ışıkları asla sönmeyecek, nefesleri hep sıcak kalacak.

Arkadaşlarımız ve yoldaşlarımız. Kıskanmamalı, bizden daha çok şey bilir yıldızlar. Ne demiştik? Hep oradadırlar. Uzayın çam ağaçları. Hep oradalar. Kıskanmamalı, bizden daha çok şey yaşar yıldızlar.

Bir yıldız gibi beklemek çok şey öğretir. Eğer öylesine kararlı beklerse insanoğlu, önce bir hayatı görecektir, o hayat bitince bir başkasını, ardından yenilerini, dere gibi, sessizce akan bu hayatlar bir geceyi oluşturacaktır ve sonrasında gündüz gelecektir. Rüzgâr esecek ve ardından tekrar gece çıkacaktır sahneye. Böylece insan hayatı görecektir; hayatın aslında başlangıçsız ve sonsuz bir zamanın tekrarlarından oluştuğunu, farklı zamanlarda aynı insanların dünyaya geldiğini -benzer değil, aynı- ve aynı şiirlerin okunduğunu görecektir. Zamanın sonsuz boşlukta sonsuz tane Ouroborostan ibaret olduğunu ve asla çizgisel olmadığını bilecektir. Eğer öylesine kararlı beklerse insanoğlu, nihayet sonsuzuncu olduğunu bilecektir. Bilecektir ki; asla ölmeyecektir.

Yıldızların ağaçlara benzeyen bir yanı daha vardır: yıldızlar da tıpkı yürümekte olduğunuz yolun kenarındaki ağaçtan sarkan yapraklar gibi, yeterince güçlü zıplarsanız ona değebilecekmişsiniz hissi verirler. Onların trajedisi ve ağaçlardan ayrıldığı nokta da işte tam olarak bundan sonrasıdır: Asla onlara dokunmak için zıplamayı denemezsiniz.


Bir yıldızın hayatı, bir haikuyu anımsatır bizlere. Yalnız bir fark vardır, haiku şiiri ölümlü, kısacık anı ölümsüzleştirmeye çalışmanın hüznünü taşırken; bir yıldızın hayatının hüznü, asla sonu olmayan ölümsüzlüğü, bir ömre sığdırmaya çalışmasıdır.

Devasa heykellerin gözyaşlarıdır yıldızlar; asla silmek akıl edilmemiş.

Yıldızlara dikilen bayraklar hayâllerimizin eseridir. Biz ufacıkken, unutulmak üzre dikilmişlerdir oraya. Sonra hayâllerimizin yerini şarkılar alır. Uzayın sessizliğinde yıldızların sesinden ibaret hayâllerimizi çalmıştır birileri, farklı riffler kullanarak.

Yıldızlar, eve döneceğimizin kanıtı gibidirler. Küçüklüğünüzde babalarımızın bizi bakkala giderken gözlediği gibi gözler, sıcak dudaklarından bir öpücük aldığınız bir sevgili gibi özlerler; ilk öpücüğün ikincisini getireceğini bilmektedirler. Milyonlarca yıldır bu süre gelmektedir hani... Ah, yıldızlar, yıldızlar! Unutmak bilmez körpe cesetler!

İnsanlar henüz fotoğraf çekemiyorken bile yıldızlar gülümserlerdi.

Ölünce unutur ya insan, yıldızlar öldükten sonra da hatırlarlar. Bir sonraki ölümsüzlüğümüze açtığımızda gözlerimizi -ki bu olay, biz tam olarak öldükten hemen sonra gerçekleşir-, unuttuğumuzdan yanımıza hatıralarımızı almayı, cebimizdeki tek şey olan sevgi ve merakla bakarız yıldızlara. Sonra sonsuzuncu kez tekrar tanışırız yıldızlarla: Merhaba! Benim adım....

1.11.12

Gece Olur

Gece olur, işler biter. Bir şarkı eşliğinde kalabalık salonu terk eder. Sırtımda çantam, çok gürültülü ortamda sesini asla duyamadığım adamın dudaklarını okur ve tokalaşır vedalaşırım. Müzik sürmektedir, ben kapıdan çıkarım, hemen üst kata yönelirim. Boynum terlemiştir, kravatımı gevşetirim. Yukarı çıkarım merdivenler, merdivenler kalabalıktır, kafamın içindeki kalabalıktan duyamam seslerini insanların. Ayaklarına basarım merdivenlerde, ölü gibiyimdir. Son basamağa geldiğimde etrafa bakarım ve adım atamam, bir süre kilitlenirim, insanlar beni köşeye ittirirler; alt katta müzik sürmektedir. Bir yerde bir kapı kapanır ve müzik sesi kalabalığın boğacağı kadar azalır; kalabalık acımadan boğar müziği, beynime kan gider, uyanır gibi olurum. İtildiğim yerden bir başka müziğin geldiği odaya yönelirim, bunun için bir kat daha çıkarım yukarı.

Vardığımda kıvırcık bir kafa ararım kalabalıkta, onu bulamazsam büyük, esmer bir tane. Kısa saçları değil, iki dakika önce tokalaşıp hayatının geri kalanında başarılar dilediğim adamla üç dakika sonra karşılaşmak çok saçma olur diye düşünürüm, nitekim öyle de olur, bana inat, hayata ve bütün bu gereksiz kibarlıklara, ağız kokularına inat. Kıvırcık saçları ararım yeniden selam verdiğim üç dakikalık yabancıyla, dakikaları sayamam. Kıvırcık saçı bulurum nihayet, gidip sevgiyle dürterim kıvırcığı. O da bana döner ve ben sadece müziği duyarım, kıvırcığın dudaklarını izlerim. Sonra elimi omzuna atmaktan vazgeçerim ve belinden tutmak isterim kıvırcığın, o da olmaz, kasıntılığıma küfretmek isterim, üşenir edemem. Büyük ve esmer kafa gelir, benim omzuma atar elini, rahattır. Ben de rahat olmak isterim ama olamam. Kafamda bambaşka bir müzik çalarken kıvırcığı kaybederim, bir parça börek atarım ağzıma, bir masadan bulduğum.

Sonra halı kaplı basketbol sahasından dışarı çıkarım, sarı kafalıyla burun buruna gelirim. Bir geline benzer o an sarı kafalı; hiçbir düğünde giyilmeyecek kadar rahat ve güzel olan beyaz elbisesiyle karşımadır o an. Onun söyleyeceklerini duymak için kafamdaki ve dışarıdaki müzik ve gözlerimi kısarım, söyleyecekleri ondan duyacağım son şeyler olabilir. O ise elini yumruk yapıp bana uzatır, ben de yumruk yaparım ve o eklem çıkıntıları birbirine mükemmel bir şekilde geçer, sonra ayrılır, yalnızca bir saniye. Sonra gider kendi düğününe gelin, bambaşka bir yerde, asla gülümseyemeyeceğim bir adamdır damat da. Elbisesinden yeni yeni ezgiler dökülür.

Kıvırcık ve büyük esmerle beraber aşağı ineriz, ben çalıların arasında bir banka otururum, ya da öyle sanarım. Kafamı kaldırdığımda müziğin taştığı binanın girişini görürüm, Rachel ayakta durur ve biriyle konuşur, ben de Rachel'in daha önce hiç dikkat etmediğim kıçını görürüm. Sonra kafamı kıvırcığa çeviririm, o kadar kıvırcıktır ki, sarı kafalıyı bulup gelinliğini kıvırcığa vermek ve evlenmek isterim kıvırcıkla; o elbisenin kıvırcıka asla olmayacağını bilmeme rağmen hem de. Büyük esmer konuşur, çocuk gibi dudağını büzer ve görüşmeyi bırakmamamız gerektiğini söyler, bırakmayacağımızı, bize New York'tan bir sürü şey getireceğini söyler, asla hatırlanmayacak şeylerdir bunlar, çalılara karışıp azot olacak ve o an unutulacak şeyler... Kıvırcığa bakarım, çok fazla kıvırcıktır. O da çocuk gibi şikayet eder o an, çocuk olmamasına rağmen çocuk kadar tatlı eder şikayetini. Gitmek der, gitmek derim. Ayağa kalkarım ve merdivenleri tek başıma çıkarım, çantam omuzlarıma yapışır, telefonum çalar.

Telefonla konuşurken büyük esmer yanımda olur, şeker gibi yapış yapış bir şeyler söyler, iyi bir kızdır büyük esmer, bu an onu düşünürüm, sadece ben böyle bir iyilik istemem, çok daha farklı şeyler isterim. Büyük esmerle tokalaşıp öpüşürüm ve beş adım attıktan sonra kafamı geri çevirip elimi sallarım, hiç gerekli değilken. Önüme bakarım ve o an vedalaştıktan dört dakika sonra tekrar görünce asla bozulmayacağım, asla kendimi saçma bir durumda hissetmeyeceğim kıvırcıkı görürüm; o saçma bir duruma düşecek, bozulacak bile olsa, yüz metre kadar ötemde, yokuşun başladığı yerde, bir sokak lambasının altında duruyordur o an, elinde telefonu. Adımlarımı o gece son bir kez onun için hızlandırırım ve ona sarılıp teşekkür ederim, üç kere, hepsi de yersiz ama içten teşekkürlerdir. Kokusunu içime çekemem, sokak sokak kokarken, kıvırcık da sokak kokar, biraz da müzik ve ter, hiçbir karakteristik koku yoktur. Saçlarına dokunur ve elim yanmış gibi aniden çekerim, bilmem, belki de utanırım o an. Sonra onu bırakırım. Yokuşu inmeye başlarım. Beş adım atıp arkamı dönerim. Elinde telefonu, aynı yerdedir. Beş yavaş adım daha ve tekar bakarım, hâlâ oradadır. Sonra ben arkamı dönmeden onun birine döndüğünü görürüm, oraya yönelir ve adımlarını hızlandırır, belki de o gece için son kez, başka biri için. Gözden kaybolur, önüme dönerim. Islık çalamam o an, sola döner ve son yokuşu inmeye başlarım, deniz ayaklarımın altında gibidir. O gece boyunca daha önce hiçbir zaman değil, ben arabaların ıslıklarını duyduğumda çok sevmem gereken birini hatırlarım. Gece olur.