31.8.11

Solo - 2

*İnsan gibi davranan hayvanlar sevimli değil korkunçtur. Yolda makas yapan aracın sürücüsünün bir köpek olduğunu gördüğünüzde, bana hak vereceksiniz.

*Bir insanın en masum olduğu an, bu masumiyetten bir parça bile faydalanamazsınız. Çünkü bunun farkında olmayacak kadar masumdur.

*Kelimeler boğazda düğümlenmez. Dişler kapalı olduğundan dolayı kelimeler, siz yutkunurken geri gitmiştir bile.

*Aşk, özeldir; ama aynı zamanda da çok sıradandır. Özel olmasının sebebi, kendisi gibi biyolojik bir olay olan bel fıtığından farklı olarak edebiyatta, felsefede ve neredeyse bütün sanat/bilim dallarında sözü geçer. Sıradan olmasının sebebi ise, bel fıtığından bile daha çok konuşulan bir biyolojik olay olmasıdır.

*Bir çift kanadınızın olması o kadar iyi değildir; çünkü unutmayın, yaz gecelerinde incecik pikeyi bile üzerinizden atıyorsunuz.

*Bir eşyanın kaybolması, o eşya aranırken eşelenip sağa sola atılan diğerleri için toplu katliamdır. Bu katliamın boyutu, aranan şeyin aciliyeti ile doğru, boyutu ile ters orantılıdır.

*Zenginliğiniz, villanızın yoldan görünen kısmı kadardır.

*Rahatı seven insan, önce kendini sever, sonra vazifesini üstlenecek olanı.

5.8.11

Turuncu Mu, Portakal Mı?


Ben yine bana çok derin, çok felsefi düşünmenin ve "felsefeci" olmanın saçma olduğunu düşündüğüm (bkz:Sonuncuyu Ben Yedim) bir ruh halinde yazıyorum bu yazıyı. Baştan uyarayım da, sonra "moruk bu ne yaaa?" falan demeyin.

Duygularımızın tavırlarımızı etkilediği konusunda hemfikiriz sanırım. Dün gece rüyamda yaşlı bir adamla bunu tartışıyorduk. Evet, saatlerce bunu tartıştık. Yemyeşil ve bomboş bir düzlükteydik, güneş batıyordu, ve turuncuydu gökyüzü rüyamda. Biz ise tahta, küçük bir masanın iki ucunda oturmuş, bu gereksiz muhabbeti yapıyorduk. Hayır adam ak sakallı dede gibi konuşmuyor ki, bana bir faydası yok yani. Konuşurken içimden "anlamıyor, anlamıyor basmıyor kafası" diye düşünüyordum. Bir süre sonra "bana bak..." diye başlayan cümlelere başladım, tahammülsüzlüğüm artıkça bu cümlelere "lan" eklendi. En sonunda bağırıyordum.

Neyse, şimdi yaşlı adam da olmadığına göre meseleyi anlatabilirim.

Güneş batarken, aydınlık -güneşli değil, hatta loş- bir havada -akşamüzeri gibi bir zaman diliminde- yağan yağmur, şafak sökmeden hemen önce, sonbaharın sakin günlerinde, kışları öğleden sonra denizin yanından arabayla geçildiğinde, (örneklerin hepsi açıklayıcı olmasa da bir tanesi fikir veriyordur durum hakkında, yani ben öyle düşündüm yazarken, vermiyor mu yoksa?) içte buruk bir mutluluk oluşur ya hani, ben o duyguyu hep çok sevmişimdir. Bu cümleleri yazdıktan sonra bu zaman-mekanın insanda binlerce farklı duygu oluşturabileceğini anladım ama ne yapayım, belki benim gibi düşüneniniz vardır. Neyse, düşündüm, bu duyguyu neden diğerlerinden çok sevdim? Sonuç şöyle:

*Mutsuzluk var, ama karamsarlık değil, burukluk sadece.

*Bu burukluğun benim kafamda çınlattığı bir "herşey güzel olajak" fısıltısı var.

*Herşey güzel olajak fısıltısı da "ulan ben bugün/bugünlerde güzel şeyler yapayım, yaşamım anlam kazansın" cümlesini getiriyor hemen ardından.

*Bu cümle de beni hayal kurmaya götürüyor.

*Bütün bunlarla alakasız olarak, gece yağmış yağmurun ıslattığı kaldırımların üzerinde sabahları dökülen yaprakları ezmek çok eğlenceli.

Son dediğimi unutun. Buradan çıkarabileceğim tek sonuç, bu garip duygunun bende hem melankoli hem de umut adlarında iki ana duyguyu oluşturduğudur. Eh, mekankoli,dram,acı,aşk,aşırı mutluluk,nefret gibi duygular çok güçlü uyarıcılar, ve izlediğim belgesel yalan söylemiyorsa insan duygu patlaması, hüzün yaşıyorsa çok yaratıcı oluyor. Umudum da var, öyleyse fantastik hayaller kurabilirim değil mi?

Peki neden hayal kurmak güzeldir? Aslında bunu çok basit bir soruyla açıklayabilirim: Neden ünlü birine hayran olmak güzeldir? Anladınız. Evet, ünlü bir şahsiyete hayran olmak mahallenizdeki Metin'e/Cansu'ya hayran olmaktan çok daha farklıdır. Çünkü Cansu oradadır, iki apartman karşında, ona yakınsındır. Tabi yakın olmak da "acaba söylesem mi?" "söylersem reddeder mi ki?" "hacı o değil de iki kelimeyi nasıl bir araya getireceğim ben onun yüzüne bakarken?" gibi somut korkular yaratır bütün vücutta, titrersin terlersin falan filan. Ama ünlü öyle midir? Hayır. O parayı bulmuştur, o senden uzaktır, onun zerre umrunda değilsindir, ve işin güzeli aslında o da senin çok umrunda değildir. Muhabbeti döndüğünde "Ay Bilmemne Filancan mııı? Tapıyore" falan dersin, ya da ne bileyim "Fi'Llané Falann de çok güzel kadın yahu.". Ama sonra karnın acıkır, oturursun sofraya yemeğini yersin, iki şarkı dinler uyursun.

Hayal kurmak şahanedir, çünkü "yapamadıkların" yoktur hayallerinde. O gün daha gelmemiştir, daha reddedilmemişsindir, daha o ülkeye gitmemişsindir, daha onunla tanışmamışsındır. Hayalleri keşkelerden ayıran önemli bir nokta da budur, tertemiz sayfalar gibi seni bekleyen hayaller, senin hatalarınla ya da günün şartlarıyla kirlenmemiştir henüz.

Günün şartları... Evet, az önce böyle dedim. Mesela hayalinizde kanatlarınız olabilir, görünmez olabilirsiniz, yirmi tane kolunuz olabilir, okyanusun en derinine dalabilirsiniz. Hayal dünyanızdan gerçek hayata döndüğünüzde ise az önceki gibi uçamıyor, görünmez olamıyor, aynı anda yirmi işi yapamıyor, okyanusun dibinde saatinizi arayamıyorsunuzdur. Cümle saçma mı geldi? Şöyle düşünün, kolunuzla gözlerinizi kapar, bir yandan da müzik dinlerken dünyayla ilişkinizi büyük oranda koparırsınız.Siz hayal dünyanıza tamamen girdiğinizde birisi sizin kolunuzu gözlerinizden kaldırır, ya da kulaklıklarınızı çıkarıp bir iş buyurursa, günümüz şartları hayalimizi bitirir, bizi de üzer. Yani benim salçalı kavurmam senin hayali kanatlarını döver.

Yazı gereksiz uzamasın, sadece "Orange Country" isimli filmin film müziklerinden birini dinliyordum, oradaki "Orange" çağrışım yaptı, bir iki cümle konuşayım dedim. Haydi kalın sağlıcakla.

(Not: Pete Yorn - Lose You)