16.5.13

Life (Owned) Goes On

*Yaşamayı ciddi anlamda düşünen insanlara kalsa, intihar etmek suç. Her ne olursa olsun birini öldürüyorsun, diyorlar. Maktulün katilini öldürmesi, giderken kendi arkandan sifonu çekmek değilse nedir?

Yaşamayı hakkediyor muyum? Bir kere bile ölmüş olan her insan, göğsü toprak olmuş güzel insanlar adına bunu düşünmelidir. Sen, sen hakkediyor musun yaşamayı? Ölmek, yaşamak kadar kolay. Öldürmek, eğer kendini öldürmekse, kendi yatağına sarılıp ölmek.

*Sürekli yaşayacağını sandığını bildiğim insanlara âşık olmak, ölmeyi ve öldürmeyi kabullenememiş bir bünyenin zayıflığını yanında bulundurma, onunla sevişmeye boyun eğmek demek. Çok az şeye boyun eğer güçlü insan. Kendi adıma en çok, ölümsüzleri severken eğilmiş boynuma bir satırın inmesini düşledim.

Sevmenin en kötü yanı da işte budur, insan hep yalnızdır ancak yalnızlığı konusunda yalan söyleyen meleğini kaybettiği an gerçekle çırılçıplak kalır ve dün olur; bugüne gelene kadar unutulur.

Ölüm yanında aşk, kötü çizilmiş bir çiçek gibidir.

Her ölümlünün değeri, tanrılarının çektiği fotoğrafta çıktığı kadar net. Abartıldığı kadar değil ölüm, ölümlü gözlerimle gördüm, insan kanatlanmıyor, oğlunun ve karısının çok sevdiği gülüşü kanına karışıp sırtında birikiyor ve bir ağırlık olup tabuta konuluyor. Ne kadar güzel ölürseniz ölün, kefen gülüşünüzü perdeleyiyor.

Eğer bir tanrınız yoksa, kefen ile gizleyeceğiniz hiçbir şeyiniz yok demektir.

Suyun yaşayabileceği en güzel şey kana karışmaktır. Şanslı olan damlalar, damarlara karışır. Ölüm, bu hayatta suni ne varsa o kokar; sabun, hastane, kolonya... Ölümün kokusu insanın üzerine siner, ve montuna, ölümün aldığı insanın montu, sevginin askıya asabileceğiniz şeklidir.

*Kaybetmek, bir yorum sorusudur.

Yaşlı evlerinde ölmüş derilerdir nostalji dediğimiz şey, asla üzerine düşünmeye cesaret edemediğiniz şeylerin lapasıdır ve bir gün tabağınıza helva olarak konur.

Herkesin dediği gibi, hayat devam ediyordur, fakat sevdiğinizin odasının kapısı suratınıza kapandığı için, navigasyonunuz ve enerjiniz düşmüştür; o odada bıraktığınız bir şeyler mutlaka vardır.

*Kendini öldürmeyi kafasına koymuş bir insan dürüsttür. Çoğu susar, söylenecek her şeyi kendisi adına başkaları söyleyecektir.

Karanlığın sardığı kafesinizde, her sabah hiç beklemeden ölmenizi bekleyen evren ve kurallarını göt etmek değildir amaç, bir sonraki sabaha ölecek olmanın rahatlığıdır.

Ölüm, bütün sırt ağrılarının çözümüdür.

İntihar etmek, asla yoğun bakıma girmeyecek olmanın altın biletidir.

Ölüm beni almadan, bir gece yanına gideceğim ve sabaha kadar sevişeceğiz.

Belki sabahı çıkartamayız bile.

13.5.13

Sessizlik Hali

Bunca yıldır yol giderim, hiçbir yolculuğumda bu kadar sabırsızlandığımı hatırlamıyorum. Öyle zor geldi ki gözlerimi açtığım andan şimdiye kadar beklemek... Dişlerimi üstünkörü fırçalamış, bir yandan aynada kendime bakmıştım; lavaboya tükürdüğüm kanla karışık diş macununu alıp götürdüğü gibi suyun, gitmenin heyecanına kapılmış gidiyordum ben de, öyle ki düşüncelerim şakaklarımı patlatacak gibiydi. Kendimi durduramıyor, durdurmak da istemiyordum, üzerime bordo gömleğimi geçirip arkamdan kapıyı çekiverdim; uzunca bir süre geri dönmemeyi planladığım hayatımı iki sefer kilitlerken anahtarı düşürdüm. Evet, gerçekten de gidiyordum.

Sabah rüzgarlarını sevdiğim zamanlardaydık, ben de hanidir bekliyordum ya bu günü, gökyüzü yüzüme karşı ağız dolusu esnedi. Baktım, saat tam altıydı, gitmenin tam saatiydi, arabama binmiştim. Gündüzlerini yarı uyanık kahveye oynadığım her güne tepkiydi bu kadar dinç olmam. Hiçbir şey beni yıkamamıştı, kendime söylediğim her yalanın telafisiydi mutlu olacak olmam.

Bu saatlerde yollarda az insan olurdu, özellikle benim bulunduğum istikamette... Her sabah işe böylesine ferah bir yoldan gitmek, hayatımı çekilir kılan ayrıntılardan biriydi, her kalabalık gecenin öncesi bir nefes almak demekti. Sonra; evim, o da tıpkı yollarım gibi sakin bir yerdeydi; asansörle altıncı kata varır, sürekli dolu kafamı akşam kahveleriyle şöyle bir çıkartır, balkondaki masama güzelce koyardım; pek hoş olurdu oradan gökyüzünü izlemesi. Şimdi içimde kahve ve ağaç kokusu sinmiş ne varsa gerçekleştirmek vaktiydi, ben de arabayı her zaman park ettiğim yere bırakıp çıktım.

14 numaralı dairenin kapısındayım, paslı metal ile numarası işlenmiş beyaz bir kapı bu. İtsem açacakmış gibiyim, gayrı ihtiyari itmeye yeltendiğim aralık da ayaklarımın dibinde ağzında gazete olan köpekle göz göze geliyorum, köpeğin tek kulağı yok; kırılmış. Kapıyı iki kere tıklatıyorum, zili çalarsam uyanmasından korkarak, çalmazsam ise biliyorum ki asla uyanmayabilir. Ses yok, iki kere daha tıklatıyorum, köpek bana bakıyor, buz gibi mermerden gözleriyle dünyanın bütün vaktine sahip olduğunu belirtircesine bakıyor. Zili çalıyorum.

Ayten karşımda dikiliyor, ağzı, yüzü, gözleri uyku kokuyor; uyku kokan gözlerle içeriyi işaret edip 'geç,' diyor,bir elimle kirişe yaslanıp diğer elimle ayakkabımı çıkartıyorum, bu babamdan kalma bir alışkanlık. Değil bu çok iyi bildiği hareketimi fark etmek, kapıdan amuda kalkarak girsem ruhu duymayacağı kadar uykulu durumda Ayten. Alkış beklemeksizin arkamda koskoca bir dünyayı bırakıp kapıyı kapatıyorum.

"Bir kahve koyayım mı sana?" diyor. "İstemez," diyorum, "ben gidiyorum."

-Nereye gidiyorsun be?

Oldum olası böyle bir kadındı Ayten. Bölünmüş bir parçaydım sanki ikiye, neyi kovalarsam kovalayayım dönüşümde kapıyı bana açan hep Ayten'di, bol köpüklü kahveyi hazırlayan yine Ayten ve beni seven Ayten, asla ondan başkası olmadı.

-Uzaklara, söyleyemem.
-Neden?
-Söylersem yanıma gelirsin de ondan.
-Onu sormuyorum, neden gidiyorsun diyorum.

Ufak tefek bir şeydi Ayten; benim hayatım boyunca olmak istediğim gibi; resimdeki küçücük detaydı...:

-Ayrıca deli midir nedir, gitmeyi istiyorsan asla gelmem yanına.

Görünüşe göre ben o detaya bakmaktan bütünü görememiştim...:

-Öyle değil be Ayten, kafama girer, gitmek bilmezsin. Ben, her şeyden uzaklaşmak istiyorum.
-Sırt çantanı çıkart da otur bir şöyle.

Sırt çantamı aldı. Bu arada kahvelerimiz hazır olmuştu. Ayten, lacivert geceliğine vuran güneşten doğruca gölgesine bakıyordum, elleri belinde, beni dinliyordu.:

-Kahveler, Ayten. Taşmasın.

Hızlı kadın adımlarıyla yürüdü ve hemencecik geri döndü. Pat pat pat pat. Hayatımın ritmiyle senkron atardı hep adımlarını. Öylesine ruhuma hitap ediyordu ki ondan dökülen ezgiler...

-Sorumlulukların olduğunu biliyorsun.
-Biliyorum.
-O zaman ne halt etmeye gidiyorsun ya?
-Gitmeliyim biriciğim, biliyorsun, yıllardır bunun hayalini kuruyorum. Hem kaç yaşına geldim artık, ona buna hesap vermekten, bir oraya bir buraya sürülmekten bıktım yahu artık. Nefes almaya ihtiyacım var, çok doluyum.

Salonun penceresine bir yaprak vurdu, yeşil, yemyeşil bir yaprak. Ayten'le deri koltukların üzerinde oturarak beklettiğim şeylerin kısa bir ön gösterimi gibiydi o yaprak, sanki cama değil, göğsümün orta yerine vurmuştu. Yaprağı kurutacak kadar yeşil iki göz üzerimdeydi, sağ kaş havada..:

-Sürekli bahsettiğin tren yolculuğunu diyorsun değil mi? Biletini falan aldın mı, yapacak mısın gerçekten bu yolculuğu? Yoksa bu sabah falan mı verdin kararı?
-Evet Ayten, yapacağım, hem de aynı çocukken planladığım gibi yapacağım.
-Utanmıyor musun çocuk gibi ağlayıp sızlamaya?

Utanmıyordum:

-Gideceğim, Ayten, basıp gideceğim buralardan, tıpkı hayalini kurmuş olduğum gibi gideceğim ve sen de beni bal gibi de özleyeceksin. Sonra pişman olursun bu söylediklerine.
-Kimse seni özlemeyecek beyefendi. Bunu bilemeyeceksin. Kaç treniyle gidiyorsun?
-Söylemem.
-Nedenmiş Cavit efendi?
-Eğer söylersem...
-Eee?
-Söylersem peşimden gelirsin.
-Mis gibi evim var düzenim var, niye geleyim? Çok canım çekerse ararım konuşuruz, ölmem ya?
-7.30 treniyle gidiyorum. Vakit daraldı.
-İyi, kalk git artık hayallerinin yolculuğuna mı nereyeyse, yoksa yetişemeyeceksin.

Kalkmaya yelteniyordum ki kahvemi elime tutuşturdu.

-Sağ olasın güzelim.
-Güzelim deme bana, insan bırakıp gideceği insana güzel şeyler söyler mi? Nereye gidiyorsun bensiz?

Bu soruyu sormak aklına henüz gelmişti.

-Söyleyemem Ayten, yapamam bunu.
-Kız gibisin be Cavit sen de. Küçük kırılgan çiçek, olmuyor, yakışmıyor sana.
-Yapabileceğim bir şey yok.
-Yapabileceğin çok şey var. Ayrıca ben sana nereye gidiyorsun derken, beni bırakıp nasıl gidiyorsun demek istemiştim, her anlaman gerekeni ben mi söyleyeceğim sana be?
-Gidiyorum ben Ayten.
-Hiçbir yere gitmiyorsun. Sorumlulukların var.
-Neymiş sorumluluklarım?
-İşin.
-Levent'e bıraktım, gittiğim yerde bakmama bile gerek kalmayacak.
-Para sıkıntısı çekiyoruz. Nasıl yapacağız sen bir çocuk gibi çekip gidersen?
-Ayten, param var, her şeyi düşündüm.
-Projelerin? Bahsettiğin Çek firma?
-Yahu yemişim çek firmasını! Kafa dinlemeye gidiyorum kafa! Kaç yıllık hayâlim.
-Ben ne olacağım?
-Canım temelli gitmiyorum ya.
-Sen ne olacaksın?
-Ben iyi olacağım. Belki özlemine dayanamaz yazarım sana.

Durdu; bakışları parkeye vuruyordu. Öyle güzel donup kaldı ki, kapının önündeki köpekten daha heykeldi. Zamanı dondurdu, yaşayan her şey Ayten'in cevaplarıyla beraber tükenmiş, bitivermişti, inanmaya değer tek şey oydu. Hep korkardım o böyle susunca, canının çok acımasından, canımın çok acımasından korkardım. Bana baktı:

-Git o halde.
-Merak etme, geri geleceğim.
-Git. İstemiyorum seni burada.
-Seni çok seviyorum.
-Defol git buradan!

Kapıyı suratıma kapattı. BAM. Yapraktan arta kalan erkekliğimin, özgürlüğünün peşinden gitme zamanıydı şimdi. Köpeğin olmayan kulağını ayağımın ucuyla dürttüm, taştan gözleri tepkisizdi. Başımla önce paslı metal ile numarası işlenmiş beyaz kapıya, ardından taştan köpek leşine selam çaktım ve asansöre bindim.

Arabanın kapısını kapattım. Buradan istasyona varmam yaklaşık yirmi dakikaydı, arabaları eklersen otuz; tam olarak özgürlük olmama ise kırk beş dakika vardı. Mükemmel bir zamanlama ve güneş arabamın ön camına vuruyordu, oradan göz bebeklerime ve onlar küçüldükçe güneşe yaklaşıyordum. Sonunda, sonunda özgür olacaktım.

Her şeyi arkamda bırakıyordum; Ayten'i, işimi, dostlarımı, korkularımı, evimi, aidatımı, aidiyatımı, her şeyimi, kendi derimden kurtuluyordum ve eğer işler planladığım gibi giderse ortasında pişeceğim bir çöle düşmeyecektim, bu açıdan yaşayan en şanslı yılandım. Kırk altısında her şeyi bırakmaya karar vermiş bir adam-insanlar ne derdi?- ve onun kitaplara konu olacak güzellikte yolculuğu... Ne güzel şeydi böyle şeyler düşünmek!

Ayaklarımda açık kahve ayakkabılarım, Ayten ile yalnız bıraktığım evden kursağımda kalmış bir şeyler vardı. Bir şey içimi kemiriyordu. Ne olabilirdi bu? Düşündüm, kahve, bol köpüklü açık kahve; evet Ayten'in kahveleri lezizdi fakat kahveyi es geçmeseydim şimdi burada olmayacaktım, basit bir kahveye karşılık bir kaçış imkanı ve anlamlı bir 7:30'a sahip olmuştum, adilden de öte bir anlaşmaydı bu. Yine de -niyeyse- rahatsız hissettim kendimi.

Trene oturdum ve okumak için söz verdiğim kitaba başladım. Kitapta, trenin tam saatiydi, saatime baktım, trenimin tam saatiydi. Her şeye çok yakındım. Düşlerime dokunmayı düşledim, kafamı cama yasladım ve gözlerimi kapadım. Bir el omzuma dokunacaktı ki uyandım, genç bir adam:

-Beyefendi, biletinizi görebilir miyim?

Gülümsedim ve çantama yöneldim.

Yoktu.

Sırt çantam yoktu.

Kafamı kaldırıp bavulları koyduğum yere baktım.

Olamazdı.

Ayten.

Kursağımda sırt çantam kalmıştı.



-Kusura bakmayın beyefendi, biletiniz yoksa sizi almamız mümkün değil.




Oturduğum banktan doğruldum ve giden trenimin arkasından el salladım.

Şimdi burada, Ayten'i, işimi, dostlarımı, korkularımı, evimi, aidatımı, aidiyatımı, her şeyimi elli kilometre geride bırakmış, yapayalnız oturuyordum. Arkamı döndüm, uzaktaki tepede çimenler biçilmeyi bekliyordu. Yapacak pek bir şey yoktu, rüzgâr eser ve saatler teker teker geçer, sonunda yine evlere göçerdik. Gülümsedim, gözlerimi kapatıp derin bir nefes aldım; fark ettim ki bir anlığına da olsa; tıpkı yıllardır hayalini kurduğum gibi yapayalnızdım.

5.3.13

Sabah ürpertim,

Bu mektubu doğru adrese mi postalıyorum bilmiyorum, senin gibi biri sabit kalmayı ne kadar becerebilir ki? Artık bana mektup yazmayı bıraktın, kim bilir hangi cehennemde sürtüyorsun. Biliyorum, biliyorum iyisin. Merak da etmiyorum ne yaptığını, nasıl yaşadığını -hiçbir zaman da merak etmedim-, ben de buyum işte, senden çok sana yazmayı seven bir narkolepsik -belki de bir insomanyak. Dürüst olmak acıtmaz.

Yalnızca, bütün hayatımın karanlıkla akıp gittiğini söylemek istiyorum. Sırtımda, omuzlarımdan belime inen bir ağrı var ve ben onunla yaşamaya alıştım artık. Sürekli yazıyorum, sabah olana kadar yazıyorum ve inanır mısın hep erkenden sıkılıyorum yaşamaktan. Son sekiz gündür güneş ışığı görmedim, yalnız rüyalarımda kırmızı perdeler görüyorum, sürekli açılıyor ve arkalarından yeni kırmızı perdeler beliriyor. Ben bile kestiremiyorum ne zaman istediğim matlığa bulanabileceğimi.

İşi bıraktım. İşten atıldım sanmıştın, değil mi? Çok değiştim sana yazmak zorunda kaldığım günlerden bu yana. Evimde karşısına geçip dakikalarca bakabileceğim değerdeki şeyleri sattım. İtiraf ediyorum, sana kitaplarımın durumunu sorduğum mektubumu işten ayrıldığım gün yazmıştım. Evet, uzun bir zaman ve insan bir şekilde geçimini sağlamalı. İşten çıkarılmayı bekleyemezdim, şirkete adımımı her attığımda hapse girme tehlikesiyle karşı karşıyaydım. Yaptıklarımı sonsuza kadar saklayamam, sen bile saklayamadın.

Eski kamyonetimi küçük bir anlaşma karşılığında tamir ettirdim. Fazla bir şey bekleme, hâlâ dünyanın en boktan kamyoneti. Fiziksel olarak biraz körelmiş olsam da hâlâ yetenekliyim ve üstelik eski dostlarım bana bir sürü adres verdiler. Hepsinden bir şeyler koparabileceğimi umuyorum, her seferinde birazcık ve hiç kimsenin hiçbir şeyden haberi olmayacak. Kamyonetim sıçsa da -ki er ya da geç sıçacak- yapacağım bunu, çünkü zavallılığımdan kurtulmam gerek. Kulübesinin önüne pislemiş sakat bir köpekten farkım yok; kimse kapımı açıp içeri girmeye tenezzül etmeyecek. Burada kaldığım sürece asla yakalanmayacağım fakat ölüp sırt ağrımdan kurtulana kadar yan gelip yatacağımı düşünme sakın.

Sigarayı ve alkolü bıraktım. Bunları okurken bana kesinlikle inanmadığını kağıtta parlayan yüzünde görebiliyorum fakat gerçek bu. Param sınırsız değildi ve avuçlarımdan kayıp gitti. Kendimi hasta ediyorum, insanlara sunacak pek fazla şeyim kalmadı artık. Evden bir çıkabilseydim eğer... Biliyorum, beni izliyor, kapıdan çıkmamı ve bir yerlere gitmeye karar vermemi bekliyor. Hep çok uzakta ama orada, hissedebiliyorum. Neyse ki karşı komşumla fena anlaşmıyorum, bütün bu mektupları posta kutusuna o indiriyor, sağolsun kamyonetimi de tamir ettirdi; en büyük korkum, ben yola çıkmadan benim arkamı toplamaktan sıkılması, işte o zaman, kıç deliği dört katı genişlemiş cesedimi gömecekler toprağa.

Kleptomanik ve pis bir kız olmam seni rahatsız ediyor, biliyorum. Benden iyisi değildin sen de, işte bu yüzden aramızda parmağımla sayamayacağım kilometreler var. Umarım ölmüş ya da kör olmuşsundur, umarım bu mektup sana asla ulaşmaz ve böylece bana küfretmek için bile kalemi eline almazsın. Bağışla beni, sen bana cevap yazmadıkça, ben kafamda en iyi olasılığı kurup bununla mutlu oluyorum.

Enfiye çukurumu dolduracak kadar bile bahanem kalmadı. Onurumu ve inadımı -büyük ihtimalle yalnızca inadım- bir kenara bırakarak artık kaybettiğimi kabul etmeliyim sanırım... Cümle seçimim yanlış değildi, yalnızca sürekli duyduğum bir yalan bu, her şeyini kaybetmiş insanların kendilerini avuttukları yegane şey onurları; eğer 'gerçek' hayata başladığım noktada elimde herhangi bir şey olmuş olsaydı, bu satırları bambaşka biri yazıyor olacaktı. Seni hiç sevmemiş biri. Yazık, sahip olduğum tek şey sendin.

Yola çıkmak için kendime iki gün verdim. Karşı komşum üç gün dedi, "onun tam olarak nerede olduğunu anlamam üç günümü alır" dedi. Korktuğumu düşünme, o sapıktan korktuğum falan yok, sadece ölmeden önce son kez güneye sürmek istiyorum, güneşin doğuşuna karşı. Sonra da not ettiğim bütün adreslere gideceğim. Her şey 'sen ve ben' yıllarındaki gibi olacak. Bütün bunlardan sonra, bir gün yollardayken beni köşede sıkıştırabilir, kesinlikle direnmem, hatta kamyonetimin kapılarını ona kapıları ben açarım, büyük bir zevkle.

Olur da ölmeyi beceremezsem, sana yazmaya devam edeceğim. Üzgünüm, yaşamak adına bildiğim tek şey sana yazmak.


                                                                                                                      En saf yalanlarımla,
                                                                                                                                   Kızın                                                                                                              

2.3.13

Canlı Mercek


Nasıl ki bir örümceğin özgür olduğu an ilk kurbanını ağına düşürdüğü ansa, bir insanı önemli kılan şey de kameraların karşısında ilk başarılı konuşmasını yaptığı andır. Sabah vakti küçük bir toplantıda, üzerinde beyaz gömleği ve siyah ceketi ile konuşmasını bitiren şey bir insanken, röportajın sonunda yaptığı ufak espiriyle altı kişiyi güldürüp odadan çıkan şey bir kuş olmuştur, ancak kanatları yoktur, bu yüzden bir örümcek kadar özgürdür.

Örümcek kadar özgür bir kuşun izleyip umutlandığı her şey küçük ve anlamsız şeyler oluverir, çünkü kapattığı kapının ardında bilinmeyen bir geçmişi bırakmıştır. Siyah beyaz videolar ve bir sabah güneşten erken uyanmış olmak ona yeni hayatını düşündürür, -ki bu başlı başına bir hüzündür- sıfır noktasını neresi alacağını asla kestiremez, göbek kordonunun ona çizdiği başlangıcın varlığını öylesine güçlü duygularla reddetmiştir ki kameramanlar, kendisi bile böyle bir başlangıcın olup olmadığına emin olamaz bir süre sonra. İnsanların beyinlerinde iki kere ters çevrilmiş görüntüsünün gerçek başlangıcı, yalnızca internet sayfalarında kısacık cümleler olarak vardır ki bu cümleler de çok sonradan kurulmuştur, işte bu noktada o, gerçeklik algısını yitirir.

Kapıyı kapatarak özgürleşen insanın soğuk sabah rüzgarlarına karşı bir zaafı oluşur, bu zaaf, kafasını yastığa koydup o günden sonra hayatının asla eskisi gibi olmayacağını idrak ettiği an belirir ve bütün benliğini buz gibi güzelliğiyle sarar. Nesneler küçülüp yaşlandıkça onun gözündeki değeri katlanır, geri dönüşü yok, artık televizyonda beş kilo daha fazladır ve her şey korkunç bir şekilde büyümektedir. Binalara olan küskünlüğü artar, başını kaldırıp gökdelenlere bakmayı bırakması ise küçük bir kuşun ömrüne kıyasla kısa bir zaman alacaktır. O gecenin sabahı, yol kenarlarındaki yeşillikler değerlidir.

Çok daha yaşlı kuşlar vardır, o koridoru yıllar önce yürümüşlerdir ve -onlar da yalnız bir örümcek kadar özgürdürler- bu kuşların arasına katılacaktır kapıyı kapatan, bir gün ölüp ardında 2,067 ila 355 görüntülenme aralığında videolar bırakana kadar. Yaşlı kuşlarla üzerlerine güzellik parfümü sıkılmış etkinliklerde buluşup el sıkışır, defalarca hem de, saat öyle bir işler ki, her etkinliğin yaşlı kuşuyla tokalaştığında bir önceki etkinlikte tokalaştığı yaşlı kuş rüzgâra karışır. İşleyiş budur, katil kuşlar rüzgâr olacakları günü beklerler, her tokalaşma yeni fotoğraflar demektir ve hiçbir kuş insanlığa kendinden çok fazla karbon kopya bırakmak istemez.

Koridorun sonuna gelen insan asla merdivenleri tercih etmez ve asla da etmeyecektir, onun belgeseli asansördür. Asansör bozulursa ayakları geriye gider, her şey eline tutuşturulan kağıtta yazıldığı gibi olana kadar tek bir adım bile atamaz. Bir örümcek kadar özgürdür, kameralar karşısında kanatları olan bu insan, kendine bile itiraf edemez çocukken nasıl nefret ettiğini kızlardan ve nasıl basketbol oynadığını, boynunu ağrıtan merdivenlerden nefret eder, yukarı çıkacaksa da, aşağı inecekse de. Hep yukarı çıkmayı, en sonunda aşağı inmeyi ister.

Yazılı hayatı asansörde geçirdiği iki dakikadan fazlası değildir bu insanın, isterse taze kan, isterse yaşlı kuş olsun, kalbi hep göğsünün ortasında atar ve gülümsemesi kendisini izleyenlerin yüzde doksanı için anlamsızdır, çünkü o sürekli bir halin temsilcisidir, bundandır ki bir gün öleceği ihtimali hep es geçilir, tıpkı çalınan her ıslık gibi, başladıktan bir süre sonra gülümsememizle kesileceğini asla göz önünde bulundurmayız; bulundurursak eğer, asla ağzımızı kapatıp ıslığa başlayamayız.

Yalnız yürünen o -ilk ve- son koridor, o insanın yaşadığı en mutlu andır, çünkü dışarıda bekleyen tek şey sevdiği insandır, tek bir tane, belki iki, ama asla yaşlı kuşlar kadar yabancı değillerdir onu bekleyenler. O gün, ertesi sabah kendini görecek olmanın heyecanının yerini can sıkıntısına bırakmadığı günlerin en uzunudur ve bir örümcek kadar özgür her kuş otomatik kapıdan çıkar, alnına vurur rüzgar, işte, her şey bitmiştir, orada, arabada karısı vardır. Karısı her seferinde gülümser, o an bir kalp daha son kez sol göğüste çarpmıştır.