11.10.11

7. Fikir

Merhabalar.

Sahaftan aldığım kitaplardan birinine üç adet not düşülmüştü kurşun kalemle. Bu üç notu da beğenmedim aslında, gerçi yazan da ben beğeneyim diye yazmamış ya. Neyse efendim bu notların üçüncüsü kitabın arkasındaki son iki boş sayfayı doldurmuştu. Bakın aynen yazıyorum aşağıya:

"Henüz, hayata ve insanlara dair gözlem yapma olanağı bulamadığım için, yazamıyorum. Bu, kalbimi kıran, daha da önemlisi pırıltımı yok eden, üzerime karanlık gibi çöken, huzurumu kaçıran acı bir gerçek ya da gerçek bir acı. Düşüncelerim... Benim yoksul süvarilerim. Sahiplenmeyi bekleyen ölü ruhlarım. Bekleyin, sizi almaya geliyorum. Yaşatmaya, sahiplenmeye.

İki düşünce arasında, birbirinden bağımsız, alakasız, iki düşünce arasında köprü kurmak hayat kurtarmak kadar zor. Kazanmak zor, ama kaybetmek kolay.

Düşünüyor; hikayem nerede başlıyor, ne zaman başlıyıp, ne oluyor, kim giriyor hikayeme ya da ben hayatına girerek kimlerin hikayesine dahil oluyor. Düşünüyorum, neden seni tanıyorum ama kendime ulaşamıyorum? Ben beni niye arıyorum. Bölünmüş bir parça mıyım yoksa ikiye?"

Evet, hafifçe sararmış iki sayfada bunlar yazıyordu. Bütün bu yazılanlardan bir, tek bir cümleye içtenlikle katılabiliyorum: "Kazanmak zor ama kaybetmek kolay."

İlk çağ insanı diğerlerinin arasında hayatta kalmak için üstün olmak zorundaydı. Bunda anlaşılmayacak bir şey yok, görgü kurallarının olmadığı bir ortamda insanın karnını tok tutabilmesi için hem yemeğe ulaşmayı, hem de sımsıkı tutup kimselere kaptırmamayı öğrenmesi gerekirdi.

Şimdi ne değişmiş olabilir? Çok şey değişti kabaca bir bakacak olursak, fakat değişen şeyler sadece koşullar, içimizdeki hayvani güdüler ve kurallar hala aynı.

Kimin daha çok yemeği varsa o konuşurdu, şimdi ise parası olan konuşuyor. Kim daha kuvvetliyse o koyardı kuralları, şimdi ise statüsü yüksek olan koyuyor. Kim daha hızlı koşuyorsa o kaçabilirdi, şimdi ise en hızlı arabaya sahip olan kaçıyor.

Sonuç değişmiyor.

İnsanı ayakta tutan, daha da önemlisi insanlığı ayakta tutan şey, yine insanların içindeki mağara adamı. Ekonomi öncelikli olarak ihtiyacımız olan harcamalar sayesinde dönüyor. Küçük bir denklem kuralım:

İnsan yaşar.
Yaşayan insanın ihtiyaçları vardır. Bunlar karşılanmazsa insan ölecektir.
İhtiyaçların karşılanması sonucunda insan rahat eder.
Rahat eden insan  ihtiyaçlarından fazlasını ister.
İhtiyaçlarından fazlasını isteyen insan bunun için çaba harcar.
Çaba harcayan insan istediğini elde eder.
İstediğini elde eden insan mutlu olur.
Mutlu olan insan bir süre sonra sıkılır.
Sıkılan insan elindekilerden fazlasını ister.
Elindekilerden fazlasını isteyen insan çaba harcar...

Bu örnek böyle bir döngü içinde devam ediyor. Yani:

Senin bir insansın ve elinde X kadar para ve U işi var .
Sen böyle yaşarken X kadar paranın üstünde bir ß aleti beğendin.
Bunun için U işinde çok çalıştın, gerektiyse de U'dan daha fazla para kazandıran bir işe girdin.
ß'yi aldın.
ß'yi yapan firma, 1 yıl sonra daha yeni, daha güzel -ve 3X fiyatında- bir ß yarattıklarını açıkladı.
Sen de bu ß için U işinde 3 kat daha fazla çalıştın.
ß'yi aldın.
Ve firma sonraki kış sezonunda yeni ve gelişmiş bir ß daha yarattı.
...

Örneği anlatabildim mi? Sonu olmayan bir merdivenin basamaklarını tırmanıyoruz ve işin kötüsü bu merdiveni de biz yaratıyoruz. Mutlu değiliz.

İşte, birisi bana "Para neden insanı kendine köle eder?" diye sorsa bunları söylerdim. Çünkü bana göre insan çok parasının olmasını sever, ama bu paraları arka cebinde dursun diye sevmez. Şüphesiz harcayacak ya da biriktirecektir, ve ikisinin de bir sonu yok, bu yüzden daha çoğu için savaşacaktır da.

Sana hak veriyorum kitaba notlar düşen adam. Yere düşen bir parça yemeğinin üzerine atlayan , hatta elindekini yere düşürmek ve ona ulaşmak için plan kuran bir sürü kendin gibi insanın arasında yaşarken kaybetmenin bu kadar kolay, kazanmanın ise bu kadar zor olmasından daha doğal ne olabilir?




Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Buradan yorum yapabilirsin: