30.6.11

Solo


*Susmak aslında haykırış, sessiz bir çığlık falan değildir. Susuyorsan, susuyorsundur.

*Cehaletin olmadığı gibi bilgili olmanın da bir bahanesi olamaz.

*İnsan kazanmak çoğu zaman para kazanmaktan daha kolaydır.

*Paranın açamayacağı kapılar vardır. Tek sorun, bu kapıların sayısının azlığıdır.

*Tamamıyla kölesi olabileceğiniz tek şey kendi saplantılarınızdır.

*Filler büyük olmadığı gibi karıncalar da küçük değildir. Hepsi olması gerektikleri gibidir.

*Korkular atlatılmaz. Korkular doğuştan da kazanılmaz. Beynimiz ise rekortmen bir senaristtir.

*Soyut kavramların ölçüsü her zaman bir miktar kaçıktır.

*Yalan söylerken yalanını anlık da olsa yaşarsın. Bu da şunu gösterir, ya yaşadığın şeyler yalan olabilir, ya da yalanlar gerçek.

*Bir insanı dünyadan tamamen koparmak istiyorsanız onu insanların deli olarak bilmesini sağlayın. Söylediği en mantıklı şeyler bile deliliğine yorulacaktır.

*Çoğu zaman "beraber" dediğimiz şey, sadece "aynı anda"dır.

*"Sadece bugünlük "diye birşey yoktur. "Ömrümde bir anlık" diye birşey vardır.

*Zeka tamamen ölçülen birşey olmadığı gibi, çevrenizdeki insanların çoğuyla -istisnalar hariç- yakın bir IQ değerine sahipsinizdir.

*Arkadaşlarını ve dostlarına iyi davranan insan iyi değilidir. Gerçekten iyi insan, her halükarda en hayırlısını yapan ve bunu bütün varlığı boyunca sürdüren insandır. Demek ki iyilik, meleklere özgüdür.

*İki zıt kavram hep beraber var olurlar, olmuşlardır, olacaklar.

*Herhangi bir şeyin öğrenim hareketini geride bırakmış insan zombi olmuştur. Çünkü beyinin bu iş üzerinde herhangi bir işlevi kalmamıştır.

*Yaşamı sürdüren şeyler somut ihtiyaçlar kadar soyut ihtiyaçlardır.

*Bir bedeni cesetten ayıran şey ruhtur. Demek ki ruh en az su kadar hissedilebilir bir varlıktır.

*Melekler bulutlardan arp çalmazlar. Öyle olsaydı avlanmış olmaları gerekirdi.

*Çirkin diye birşey yoktur. Şaka yapıyordum, tabi ki vardır.

*Uzağı uzak, büyüğü büyük, küçüğü küçük yapan yine insandır. Çünkü hiçbir şey üzerinde "uzun" "kısa" "50 inc." yazılarıyla yaratılmamıştır.

*İnsan hiçbir zaman kafa dinleyemez. Çünkü bunu yapmak için her uzandığında, birşeyler düşünecektir.

29.6.11

İstanbul dan İngiltere'ye 2. Mektup

Bu kişisel bir mektuptur ama alıcı olmayan biri de okuyabilir, yine toplumsal saptamalarda bulundum çünkü. İstemiyorsan da atla, keyfin bilir

Simru,

Soruyorum, İngiltere'nin nemli havası bünyene nasıl yansıyor? Bunu sordum, çünkü İstanbul'un egzoz dumanı benim mantığımla resmen taşak geçiyor. Önceleri öksürüyordum, şimdi sigara dumanı gibi çekiyorum içime dumanı, eğer şanslıysam burnumdan verebiliyorum. Değilsem gözlerim yaşarıyor, ortam bulanıklaşıyor. Sonra bir fırt daha...
Gerçekten İstanbul çok güzel. Dört yapraklı yonca yuttum sanırım, hangi köprüden gidelim dersem o köprü boş, diğeri dolu oluyor. Sırf bu şanstan yararlanarak felaket para kazanabilirim gibime geliyor, sonra tümsek arabayı titretiyor, gözlerimi açıyorum. Onun dışında da güzel, spor yapıyorum, 3.00 de yatıp 7.00 de kahvaltıya kalkabiliyorum, daha güzeli kahvaltıdan sonra 11.00 e kadar uyuyabiliyorum. Sonra bazen dışarı çıkıyorum, takıyorum kulaklıkları gidiyorum bir ekmek, un alıp eve dönüyorum

Başka bir yerde olmak ne kadar anlamsız ve sıradan olabiliyor bazen değil mi? Sen İngiltere de n'aptın bilmiyorum ama ben İstanbul'da İzmir'dekinden farklı birşey yapmış değilim. Jon gelmiyor bu sene, yalnızım. Doğumu bekliyorum. Ev işi yapıyorum, uyuyorum, kitap okuyorum.

"Abi bu sene Bosna'daydık ya" diyen adam geliyor aklıma. Ulan daly.rak, 2 gün kalmışsın, o binaların halini görmeden, o şarabı tatmadan, Türkler'den nefret eden rehberden bunun nedenini dinlemeden, "Tilki" yi tanımadan 2 gün otel odasında kalıp gelmişsin, ne halt etmeye konuşuyorsun "Bosna ehe ehe" falan diye. Sen eve biraz geç gel, ben bu arada evinin kapısına Bosna yazayım, al aynı şey oldu. Yatağına da gül dökerim "romance" hesabı.

Kamoyuna en fazla mal olan, en çok uzatılan, tadı kaçmış sakıza dönen ama hala çöpe atılmayan şeylerden biri hepimizin bildiği "karpe diem" dir. Ölü Ozanlar Derneği'nde söylemişti bilgili öğretmen, "anı yaşayın". Mantıkta hata yok, felsefe çok güzel ama hayatlarımızın büyük bir kısmı -herkes üzerine alınmasın lütfen, çünkü pekala kırk yıla üç-dört ömür sığdırmış olabilirsiniz- geleceğe yüklenmekle geçiyor. Anı yaşaymış?Sen dedin ya iki dakika önce "yarın boşum o zaman bitiririm işimi", nasıl olacak bu işler? Yaşlanmasak farketmeyeceğiz bu gidişatı, yaşlananlar bunu genç kulaklarımıza yüzerce kere fısıldasalar bile. "Bak şimdi çalış pişman olursun sonra" bir insan için ne kadar anlamsızsa "hayat çabuk geçiyor, değerini bil" de bir o kadar anlamsızdır. Hatta anlamsızlığın babasıdır. Çünkü insanların canı sıkılıyor hayattan, saniyeler geçmek bilmiyor (zamanın geçiş hızı değişkendir, zaman yolculuğu kaçınılmazdır) bizler için, günleri teker teker sayıyoruz. Ve kafamızda bir video kamera olmadığı için yıllar sonra geçmişe bakıp "ne kadar çabuk geçti" diyoruz. Nah çabuk geçti. Her gereksiz saniyeyi hatırlıyor musun sen? Her yediğin haltı hatırlıyor musun, bundan beş yıl önce sıçarken gözünün iliştiği halının desenini hatırlıyor musun? (evet diyeniniz çıkacaktır eminim ama bu ufak bir örnekti, her detayı hatırlayamayacağınızı anlatmak içindi sadece) Beyinlerimizin %100 ünü kullanamıyoruz, haliyle olayların %100 ünü depolayamıyoruz. Hayat çabuk geçmiyor, geçmesi gerektiği gibi geçiyor (zamanın akış hızındaki değişiklikler esnek olduğu gibi çok da büyük farklılıklar yaratmaz). Kısa geçip geçmemesi senin algının merhametine kalmış.
Bir ömürü üç-dört ömür kalitesini yaşayan adamın hayatı uzunken bir ömürü ucu ucuna bir ömür kalitesinde yaşayan adamın hayatı nasıl kısa oluyor ve çabuk geçiyor o zaman? Basit, ömrünü dolu dolu yaşayan adam geçmişe baktığında çok şey görüyor, ama diğeri zaten boşlukları sildiği için ömür dediği şeyden bir düzine hatırayla mezun oluyor.

Mesaj vereyim dedim. Zaman azalıyor Simru, ekle o kızları facebooktan, messenger larını al. Bak o kadar dil döktüm. Hadi canım, hadi güzelim

Çok yüksek dozda sevgiler

28.6.11

Rüyalardan Alıntılar

Uyanık haldeyken, hayatım boyunca gördüğüm rüyalardan aklımda kalan replikleri yazıyorum aşağı(evet hafızam bu tür detayları depoluyor ayrıca ilginç olanları uyanınca yazıyorum):

*-Beni sevdiğini biliyorum
+Nereden?
-"Seni seviyorum" demenden

*Bu hayatta senden daha çok korktuğum tek şey, bunu sana söylemekti

*[Fransız ihtilalinden 2 ay sonra Fransız askerlerine yakalanan İngiliz ben]-Ben İngiliz değilim!
+Hass.ktir lan!

*..ben sana bunları neden anlatıyorum ki? Biraz sonra uyanacağım zaten

*Will Smith ile avcı böreği ne alaka lan?

*Aşkım ne iyi oldu pentagon a girdiğimiz!

*Artiz ne arar la bazarda? Gelmez ki buraya hayırsız. Bayramdan bayrama anca

*Tek göğsüm yok ama hala seksi gibiyim

*Beni küçükken Migros yetiştirdi, ama düşürmüşler işte.

*Hitchcock iyi adamdır, severim ama benim evimde kalıyorsa donunu kargasını falan ortalarda bırakmasın

*-Sen benim babam mısın?
+Sen benim annemdin

*Komutanım spawn kill serbest mi?

*Sırtımda bıçak var, yaslanamıyorum, sana zahmet.

*-Oranın neyi meşhursa onu getirin
+Prince of Persia sı meşhur valla

*Babamı benimle bastım!

*-Sevgi nedir sence?
+Kucağıma oturuyorsun, kalk
...
-Peki şimdi soruyorum, sevgi nedir?
+Bilmiyorum. Ben sevmedim daha önce. Annem "çok küçükken kuşburnu seviyordun sen" der ama hayal meyal yani

*Gelecekleri varsa örümcek..!

Bu sefer farklı olsun istedim, bir sonraki yazım düzgün olacak, söz.

26.6.11

Kafamın İçinde Yasıyormussun, Bilmiyordum

Öncelikle belirtmek isterim ki, bu kişisel bir mektuptur. Bu yazıyı atlayabilirsin sevgili okur.

Şimdi sen bu satırları okuduğunda, ben 2 saat daha ileride olacağım senden. Ben oranın saatiyle akşam 10 da yazıyorum bu yazıyı yani. Eğer Amerika da olsaydın 7 saat ileride olacaktım, yani saat 5 olacaktı. Demek ki Amerika ile İngiltere arasındaki saat farkı ne kadarmış? 5 saat. Aferin. Peki Çin' de olsaydım?

Böyle "moron" bir giriş yaptım, mutluyum. İngiltere nedir yani? İnsanları daha sarışın, daha renkli gözlü,  havası buralara nazaran daha soğuk, çayları soğuk, insanları soğuk, ingilizce konuşulan, dini hristiyanlık, baskın mezhebi anglikanlık olan yabancı bir ülke. Bunları yazarken tatmin olurum İngiltere den diye düşünmüştüm ama olmadım ya. Kendi ülkem beni tatmin ediyor, hatta tatmini bırak "dadmin" ediyor, sen ne diye kalkıp başka bir ülkeye gidiyorsun? Biz neyini eksik ettik senin? Hastalandığında yanına çorbanı koyduk, daha da kötü hastalandığında elini yüzünü yıkadık, iyice hastalandığında altını bile değiştirdik. Hapşırdığında peçete reklamı tadında o kadar ülkenin arasından çoook uzaktan koşarak yetiştik, peçeteyi çıkarttık, sen tam hapşırdığında ağzını kapadık, bir momentum hatası yüzünden burnunu kapayamadık, bütün ellerimiz sümük oldu. Pis.

Şaka bir yana nasıl gidiyor orada hayat? Yan dairenizdeki "coook tatliii" olan çocuk n'apıyor? Selam söyle haylaza. Selam söyle yaramaza. Alsın selamımı puşt. Yok hani söyle de öğrensin piç. Öğrensin de merak etmesin yakışıklı p.zevenk. Öğrensin ya yazıktır .mına koydumun çocuğu. NEFRET EDİYORUM LAN SİZDEN YAKIŞIKLI O... ÇOCUKLARI. GİDİN BAŞKA KAPIDA OYNAYIN! KAMYON GELECEK BURAYA!

Bak beyaz, bembeyaz tenli kadınların&kızların olduğu bir memlekettesin madem, yaşa orada esmerliğini, ne bileyim kahverengi gözlülüğünü. Hatta ingilizcene ispanyol aksanı ver azıcık, tadından yenmez o zaman. Orada yiyeceğin yemek için restaurant arama hiç, sokaktan tatlar yakala. Fish and chips takıl mesela, London Eye'a binmek için 50 dk bekle. Londra'yı gez, ama yalnız gez, en fazla bir kişi olsun yanında. O da olmasa daha iyi, inan bana, kaybolmamaya çalış. Nereleri görmen gerektiğini yazmama gerek yok sanırım. Var mı? Hayır mı? Tamam o zaman, sen işini bilirsin.

İngiliz arkadaşlarımızı şaka yoluyla da olsa aşağılama, egoları felakettir (hoş bizde çok az sanki), uzlaşmacı olmaya çalış, koyudurlar çoğu konuda, tutucudurlar. Bununla beraber bir İngilizle ingilizce konuşmak ve bazı konularda tartışmak, ingilizce konuşan çoğu insanla konuşmaktan daha farklıdır, ingilizce konuştuğunu hissedersin. "Türkiye" adını da geçirme çok fazla, tavsiyem değildir.

Manyak gibi para harca, kumrular gibi seviş. Son dediğim de şakaydı ha, ciddiye alma. Ya da al, hayat senin, anılar da senin olacaktır. Neyse, deli gibi para harca. Al, al al. İstediğin her şeyi al. Buraya gelince havasını sen atacaksın, unutma. Sonra beni de düşün, arkadaşlarına "Ya kızlar bizim de bir Utku var, çok iyi çocuktur,  nasıl anlayışlı zeki çocuktur görmeniz lazım. Gerçekten, sempatiktir de, ingilizcesi benden daha iyidir. Evet evet o da kahverengi gözlü benim gibi, uzun boylu. Edebiyatla ilgilenir, müzikten anlar, hayattan beklentileri vardır, kızları da üzmez, melektir adeta, sadıktır. Tabi yazayım tam adını, ekleyin feyste. Mailini de veriyorum..." falan de. Gerçekten istiyorum bunu, sen benim İngiltere'deki şubemsin, unutma bunu.

Bu yazı mektup tadında oldu. Ama yorum olarak ya da mesaj olarak cevap ver bir şekilde. 8 günde lütfen dediğim şeyi yap, benim de adım geçsin oralarda. Hep beni konuşun, hep ben, ben ben ben.....


Simru Göven ('e)

23.6.11

Genesis ile Hayatı Sorgulamak

İyi değilim sevgili okur. Çok kötüyüm hatta. Ben takıntılı bir adamım, sonum devri daimimin başlangıcı olmalıdır, yani başladığım yerde bitirmeliyimdir. Sırf bu sikindirik huyum yüzünden dışarılarda uyuyamam, rahat edemem. İşin daha da kötüsü, devri daimi başlatmak için uyumam gereklidir. Bu aşamaya geldiysem, kısır döngüyü kırmak için sızmayı deniyorum. (aylar önce yazdığım bu yazıyı şimdi tekrar okudum ve kendimi şunu eklemeye zorunlu hissediyorum ki, içki içerek sızmaktan bahsetmemiştim, yorgunluktan sızardım, saatlerce kitap okurdum mesela.)

İyi değilim dedim ya, bu sefer gerçekten iyi değilim. Benim gibi gamsız bir adam hayatı sorguluyorsa, birşeyler ters gidiyor demektir. Çünkü ben ortalıkta ördek gibi gezinen, ortama tavır yapsa da kendi içinde çok mutlu olan, aldatıldıktan sonra bile gülümseyebilen bir adamım. Benim hayatı ciddi ciddi sorgulamam, Saul Hudson'un timsah kostümüyle striptiz yapması kadar ekstrem bir durum. Bunlar nasıl başladı, ne olmuş olabilir diye düşündüm, bütün günüme bir kere daha göz attım. Sabah kalktım, kahvaltı ettim. Sonra uyudum tekrar, 12.30 gibi kalktım. Tekrar yemek yedim. Ayıptır söylemesi teyzemlerde kaldım bugün. Anneannem falan da oradaydı, teyzem de hamile olduğu için bana "hadi kalk anneanneni haydarpaşa garına bırakalım" dedi. Doğru ya, anneannem adapazarına dönecekti bugün. Neyse efendim giyindik falan çıktık yola. Yolda hafif tartışmalar dışında ekstra bir durum olmadı. Anneanne hanımı bıraktık gara. Dedik bi' kadiköy yapalım dolaşalım. İndik efendim dolaştık, sonra teyzem güneşten rahatsız oldu, atladık geldik eve. Oturdum, taktım walkmanı ve "Prodigy - Genesis" çalmaya başladı.

AHA! İşte buldum neden kötü olduğumu. Bilmeyen arkadaşlara kısaca anlatayım, duygusal şarkıdır, bünyeyi sarsar. Her zaman da dinlenmez zaten. Ama ben bir şarkıyı sevdim mi 50 kere dinlerim. Bakın bende şöyle bir etkisi oldu şarkının:

"Ben sokak köşelerinde pisliğim içinde yaşadım,
Ama sorgulamadım, istemedim temiz olmayı.
Bütün yüzleri sahte, yumrukları eroin katına taşıdım,
Hayat beni yarı yolda bıraktı, öğretti yavaşça susmayı"

Bakın, sokak çocuğu oldum, acıları sırtlamış adam oldum anında. Safi şekil olduğumun farkında bir insanım, çok da takmıyorum bu tür ergen davranışlarımı. Ama gece oldu, zaten koltukta uyuyorum, yiyiyorum belime soğuğu, iyice kötü oluyor içim.

Yukarıda da yazdığım gibi teyzem hamile. Bu hamilelik olayı çok boş zamanı olduğu için saçmasapan düşünen bana bir malzeme çıkarttı: devri daim. Doğuyorsun, büyüyorsun, ilkokul, lise falan derken şanslı ve diğerleri gibiysen üniversiteyi bitirip iş sahibi oluyorsun. Eğer benden daha şanslıysan, anlaşacağın bir hatun/adam buluyorsun kendine. Hayatlarınızı tek bir raya sokuyorsunuz. Sonra iş-düzen derken her akşam aynı balkonda sigara içiyor, aynı saatte karşı balkonda puzzle yapan adamı izliyorsunuz. Hayatınız gençliğinizdeki gibi hayallerde yüzerek geçmiyor. Çünkü hayatla o kadar iç içesin, o kadar tek başına savaşıyorsun ki, hayattan yediğin tokatlar, sana hayallerin büyük kısmının kafanda dönüp duracağını, gerçekleşmeyeceğini öğretiyor sana. Sonra çocuğun oluyor. O çocuk yepyeni bir hayata, hayalleriyle doğuyor. Bir leğen suda ellerini yüzdürüp bundan mutlu olabiliyor. Çok sevimli olduğundan sizi güldürüyor. Sıradan hayatlarınızı boşverip o küçük sevimli varlığın hayatını özel kılmaya çalışıyorsunuz. Sonra zaten o da büyüyor, her şey beklenen gibi olursa okuyor, meslek sahibi oluyor, farklı bir balkonda aynı şeyleri tekrarlıyor, çocuğu oluyor. Siz de bu arada ölmüş oluyorsunuz.

Sahi nedir mutlu olmak? Karamsar olmak gibi geçici bir duygudur bence. Zaten hayatınıza bir bakın, gününüzün çoğunu fazladan bir duygu hissetmeden yaşıyorsunuz, 2 saat mutlu oluyorsunuz, 5 dakika üzülüyorsunuz.İşte bu yüzden bunlar özel duygular.

Beyin hakkında daha çok şey öğrendikçe saygı duyduğum bir organ. Hatıralar acı vermesin diye senaryolar yazıyor, hayali insanlar gösteriyor. En güzel özelliği de, uyuyup uyandıktan sonra resetleniyor. Mutluluk, hüzün falan geçen gecede kalıyor. Yani o beyin, bu vücudu aynı enerjiyle kaldırıyor ayağa.

Dini bir örnek vermek istiyorum. Allah acı duygusunu dağlara veriyor, koskoca dağlar un ufak oluyorlar. Denizlere veriyor, taşıyorlar. İnsana veriyor, üzülüyorlar ama sonraki gün oynayabiliyor, gülebiliyorlar. Bu biraz ırkımıza uygun bir örnek oldu, zaten tam olarak emin değilim Kur'anı-ı Kerim de geçip geçmediğine. Tamamen bizim uydurduğumuz bir şey de olabilir. Neyse, bu birazcık ırkımıza uygun bir örnek oldu. Eyleme çıkıp, göbek atabiliyoruz sonuçta. İster pişkinlik, ister tezcanlılık deyin, bu protesto sırasında oynayabildiğimiz gerçeğini değiştirmiyor. Hayat da böyle güzel zaten, Kafka değiliz hiçbirimiz. (Kafka panpa sen alınma)

"Yanımda ol" nedir lan. Çaresizlik anında ağzımdan çok çıkmıştır bu cümle benim ağzımdan. Bundan 1 saat kadar önce arkadaşlarımdan biriyle konuştum, 30 dk konuştum, çaresizdi, bana güvendiği için açıldı. "Ama acı çekmek zorundasın" dedim ona, "önünde sonunda yalnız kalacak ve o acıyı çekeceksin." Bunu neden dedim? Çünkü ne kadar "iyiyim ben" desem de onunla konuşurken çok kötüydüm. Şu gerçeği farkettim, acıyı yalnızca sen çekiyorsun, böğründen koparıp arkadaşınla paylaşamıyorsun, o senin içinde yaşanıp bitiyor. Ne kadar güçlü, umursamazsan o kadar çabuk bitiyor acı. Şöyle düşünün: ilk iğnenizi vurulduğunuzda, yanınızda babanız olsa bile, size sıkıca sarılsa, "korkma ben buradayım" da dese o iğne size giriyor, o gerginlik sizde yaşanıyor. Hastayken de öyledir, insanlar sadece moral verirler sana, vücudun direnir hastalığa, en yakınındakiler değil.

Bir de şunu düşündüm bu gece: yaşadıkça yerin önce genişliyor, sonra tekrar daralıyor. Bebekliğinde odanda günlerini gamsızca geçirebiliyorsun, çocuk oluyor mutluluğunu ve eğlenceni mahallene taşıyorsun, ergenliğinde il sınırları, dışarı çıkma izinleri geliyor, genç oluyorsun, dünyayı dolaşacak imkanın varsa dolaşabiliyorsun. Sonra düzene giriyorsun, kendini o il e (tamam yurtdışına çıkanlar için demedim bunu ama paragrafın sonunda onları da bu kategoriye alabileceğimizi anlayacaksınız.) tekrar hapsediyorsun. Sonra bu mahalleyle sınırlı kalıyor, iyice yaşlanıyorsun, kendini odaya kadar çekiyorsun. Mizahi açıdan bakarsak, şanslıysanız boğularak falan ölüyorsunuz geniş geniş :)

İçimde bir korku da var sevgili okur, ne olacak çürüyen bedenlerimiz? Anılarımızla ayakta ne kadar kalabileceğiz? Sonuçta çoğumuz "Senin dedenin büyük babasıydı o" diye bir çocuğa tanıtılıp hiçbir şey ifade etmeyecek miyiz?

Bunca yıl geçti, geçiyor. İnsanın kafası, kurulu olduğu yıllarda çalışıyor. Zaten belli bir yaşından sonra kendini soyutlarsan, eskide kalıyorsun. 70 yaşında olup 1970 senesinde takılı kalabiliyorsun yani. Ne kadar çok geliştirirsen kendini, ne kadar çok araştırırsan, ne kadar çok çalıştırırsan o kafanı, yaşadığın çağda o kadar uzun süre kalabilirsin. Unutma, yolun sonunda "eski kafalı aksi yaşlı" da olabilirsin, "görmüş geçirmiş, bilgili ve çağdaş yaşlı" da.

Bu hayatta bir şeyler elde etmek için çalışıyoruz. Kendi adıma konuşayım, bundan 2 ay öncesine kadar çevre ve kız elde etmek için ter dökerdim, uzun uzun mesajlar yazardım, saçma sapan şiirler yazardım. Şimdi ise sadece duruyorum, bir şeyleri elde etmek için o kadar üzerine gitmiyorun insanların, ve işe bak, 2 ayda "aranan adam" oldum. Hepimiz öleceğiz diyebileceğimize göre, geçirdiğimiz iki dakika boş zaman yazıktır yani. Ben bunu çok yeni fark ettim. Ter dökmüyorum ufacık detaylar için. Zaten herkes kendi yoluna varıyor en sonunda, kimisi hayatı enlerde yaşıyor, kimisi hayatını bilime veriyor, kimisi ahiret hayatı için yoruluyor, kimisi intihar ediyor. Ben bu hayatta mutlu olmayı seçtim işin en başından, çocukken seçtim bunu. İyi olmayı, insanları mutlu etmeyi, dünyayı bir promil daha fazla mutlu etmeyi istedim hep. Hep uzlaşan taraf oldum. Şimdi de bundan şaştım demiyorum, sadece gereksiz sevimlilikler yapmıyorum. Tamam, bu kişiliğimi biraz değiştiriyor, her sabah reset kafayla kalkan ben iki üç sene önceki ben olmuyor belki ama dedim ya, hayat insanıyla beraber yoluna varıyor.

Daha fazla yazmak istemedim bu başlığın altında. Prodigy büyük usta, izinde çok yürünür, bana kapı açtı falan ama işin de bokunu çıkarmamak lazım. Düşün bakalım, ne için, nasıl yaşıyorsun? Bu "zaten öleceğim" düşüncesinin ve karamsarlığın ardından da mutlu olabiliyorsan, normal bir insansındır bizler gibi. Zaten çok mutlu olduğun anlar da oldu unutma, ölünce anılmayacağım diye de bir kaygın olmasın. Bende var, kursa yazıldım bırakıcam bu işleri...

21.6.11

Ağlasana Be Kadın!

Ortada bir gerçek var efendim. Sen istersen koşarak kaç ondan, ama o gerçek orada. Ben de biliyorum, cevabından korktuğun için bazı şeyleri kurcalamazsın. Biliyorum diyorum, çünkü bende birtek Allah tan korkan bir insan değilim. Çok şeyden korkuyorum, ama kaç tanesinden gerçekten korkuyorum bilmiyorum.

Acınası bir durum değil mi? "Neden" diye soramıyorsun, ama zaten o ağızdan o cümleler dökülecek önünde sonunda. Neyin mantığı bu acaba? "Dur iki gün daha öğrenmeyeyim, o şeyi onun ağzından iki gün sonra duyayım" demek çok traji-komik bir olay değil mi? Tamam, siz direkt yukarıda yazdığım gibi düşünmüyorsunuzdur belki ama anılarınıza dönerseniz; bana hak verebilirsiniz.
Yazıya girerken tam olarak ne yazacağımı bilmediğim için biraz kopuk oldu başlangıç ama olsun, artık biliyorum.

Efendim, bildiğiniz üzere kaçamadığımız bir takım şeyler var. Mesela, sevilmemekten kaçamıyorsunuz, nefretten kaçamıyorsunuz, ölümden kaçamıyorsunuz. İronik olan şeyse şu: sevilmekten, sevgiden ve yaşamdan da kaçamıyorsunuz. Şimdi üzülmeli miyiz, sevinmeli mi?

Bence, Pollyanna'yı dinlemeliyiz.

Ben küçükken de Pollyanna'nın "Olsun, o leziz yemeği yiyemeyip tost yemem önemli değil, küçüklüğümden beri aza kanaat etmişimdir, hem tost o kadar kötü değil, o da lezzetli." diyen suratını, o aşırı mutlu tavrını hayal etmiş ve O'nun ağzını, burnunu kırmak istemişimdir. Ulan neresi güzel? Mis gibi balık var masada, sen peynirli tost yiyorsun. İsyan et, ne bileyim ağla, tükür, sümüğünü tosta sür "yemiycem ben bunu!" de. Çocuksun yani.

Ben arkadaş ortamında şöyle bir geyiğe maruz kalmıştım : "Eğer tecavüze uğrarsanız, gerçi şu tiplere bak ya kıllı kaşlı falan herifleriz, kahkaha atın. Bu tecavüzcünün konsantrasyonunu bozar, ve siz de en az hasarla çıkarsınız oradan, ölmezseniz." Yok çok da saçma değil yani hak verdim o an bunu söyleyen arkadaşa(Er B. kurmuştu bu cümleyi sağolsun. İlgilisine: http://kutup-y.blogspot.com) . Fight Club'ı izlemiş olan arkadaşlarımız, Lou'nun Tyler a saldırdığı sahneyi hatırlayacaktır.Lou, dövüş kulübünün olduğu mekanın asıl sahibidir. Tyler dan oranın boşaltılmasını ister, Tyler reddeder. Lou Tyler a yumruk atmaya başlar. Tyler ın yüzü kanlar içindedir, ama kahkaha atıyordur. Ve tahmin ettiğiniz son, Lou'nun sinirleri yumruklamaya devam edemeyecek kadar bozulur. Bu verdiğim örnekte psikolojik bir taciz var, gülerek sana yapılanın sadece yapanı zavallı, aciz gösterdiği mesajını veriyorsun. Sırf bu yüzden bile, Pollyanna'nın "aslında bu da güzel ki" şeklinde konuşmasına kıyasla, sümüğünü tosta sürmesi daha kabul edilebilir bir davranış. Çünkü Pollyanna cezayı, iyi yönünden alıp mutlu oluyor, mutlu olacaksan cezayı niye veriyoruz sana Pollyanna'cığım?

Bu arada, "her şeyi iyi yönünden al" mantığını hayatında kullanabilen insanları buradan tebrik ediyorum. Denedim, olmuyor. Zaten niye sürekli iyi olasın ki, "Anneme küfür etti ama olsun, bütün aileme de edebilirdi." gibi bir cümleyi nasıl kurabilirsin? Bu arada umursamayan arkadaşlara değil bu sözüm, küfüre iyi yönüyle bakabilen orijinal abi ve ablalarıma.

Az daha söylemeyi unutuyordum, sürekli mutlu dolaşırsan ördek gibi, üzüldün mü kendine gelemiyorsun.

Sevgili Okur, hani ortada bir gerçek var demiştim ya, hani koşarak da kaçsan o gerçek orada demiştim. İşte o gerçek şu: gerçeklerden kaçabilirsin. Evet evet, ben denedim ama bir yerden sonra deliriyorsun. Zaten şu saatten sonra beni kimse hebele hübele.

20.6.11

Sıfır

Bir ortamda bulunan, bazen konuşan ama konuşurken kimsenin dinlemediği, belki yalandan "ehe ehe güzelmiş." falan diye tepki alan insanlar vardır. Bu insanlar etkisiz elemandır, sıfırdır yani, olmasa da olur, hatta bazen "ne işi var lan bunun burada"  da denir kendisi hakkında. Bir, iki arkadaşı da kendine benzer, ortamda istenmezler, kız varsa ortamda, erkekleri engellerler, ayak bağı olurlar. Hah, işte, hayatla benim aramdaki ilişki de birazcık böyle. Bir ortam var, hayat bana bakıyor, içinden geçiriyor "kim lan bu mk. liseli?".
Yanlış anlamayın, sosyal ortamda her zaman ezen oldum, hep şansım yaver gitti, çok insanla tanıştım, birsürü dostum, düşmanım oldu. İnsanlar beni genellikle ciddiye aldı, bana selam verdi, bana arka çıktı. Benimle daşşak geçen şey insanlar değil, hayat oldu.

Evet efendim, hayat beni iki dakika olsun ciddiye almadı. İnsanlara göre "çok iyi" ydim, ama hayata göre "sıradan". En mutlu günüm monoton bitti. En üzgün günüm yine aynı yatağa, aynı boşluk duygusuyla girerek sonlandı. Odam dağınıktı belki, ama hayatım ve yaptığım işler çok düzenliydi. İyice sıradan, basit bir hayat şekillenmeye başladı ayaklarımın altında. İlkokul numaram bile "234" tü, bütün öğrencilik hayatım kravatı boğazıma kadar sıkarak, sıralarda uyuyarak, öğretmenin en sevdiği öğrenci olarak geçti.

Dışarı neredeyse her çıktığımda aynı yere gider, aynı yerde oturur, aynı yerde yemek yerim. Bir şey söyleyeceksem, hep aynı cümlelerle başlarım konuşmaya. Ve bütün bunları 1 hafta kadar önce fark ettiğimde, hayata kafa tutup değişmeye and içtim.

Ama geçen gece hayatla karşılaştım. Yol daracıktı, ve o benden daha yavaştı. Kafasını çevirdi, bana baktı. Yalandan "aa napıyorsun?" dedi. Kaşlarımı çattım. "Gelsene buraya, birşey konuşmamız lazım" dedim. Canım arkadaşım tavırlarını bırakıp " ne konuşacağım lan seninle, sıradan bir adamsın; öyle ki senin hayatın olmama rağmen tek bir ortak noktamız yok."
Koşmaya başladım. O da koşuyordu. Yol uzundu, sağ/sol sapakları yoktu. Dümdüz ve daracıktı. Bacaklarım yanıyordu, ama dayanabilirdim. Beraber bulunduğumuz onca ortamda o bira, ben su içtiğim için, göbek ve formsuzluk gibi bir sorunum yoktu. Elimi kaldırdım,omzuna dokunabilirdim. Sonra omzundan yakaladım ve beraber yere düştük. ben yolun bir köşesine, o bir köşesine yuvarlandı. Çabuk toparlandım. Yerden bir parça taş aldım ve hayatın boynuna çöktüm. Sordum "beni neden umursamıyorsun?"
Nefes nefeseydi. Alnından damlayan ter gözlerini açmasını zorlaştırıyordu. "Sen..." dedi. "Evet ben?" diye haykırdım. Sustu. Bir tokat attım. Gözlerini açtı ve devam etti "Sen, milyarlarca insandan sadece birisin."
"Ne diyorsun lan sen?" dedim. Elimdeki taşla kafasına sertçe vurdum. Akan sıcak kan sağ elimi rezil etmişti. "Söyle! Ben böyle bir adam değilim, insanlar beni seviyor, çevrem geniş! Ben farklıyım, sıradan değilim! Olamam da..." Hayat kahkaha attı. Gülüyordu, çok sesli bir şekilde. Bir tane daha tokat attım "sus, saat gecenin bilmem kaçı olmuş böğürüyosun burada" diyerek. "Oğlum, dedi, sen harbiden malsın. Özel olduğunu mu düşünüyorsun?" "Evet, dedim, öyle düşünüyorum." "Bak, dedi, herkesin bir hayatı vardır, ama sen kendinden o kadar sıkıldın ki kendi hayatını karşına çekmiş, tokatlıyorsun. Sıradansın sende, ve korkma, sıradan adamın derdi de sayılıdır, bellidir. Sen hiç moralini bozma bence. Eve giderken ekmeğin yanında kola da al, ne bileyim, böyle ufak değişiklikler işte..."
Susuyordum. Elim, yüzüm ter içindeydi. Dizlerimin üzerine çöktüm, ağlamaklıydım, hayatı saçından tuttum, kafasını kendime çevirdim ve sordum "niye böyle yapıyorsun?" Artık gülmüyordu, gayet ciddi görünüyordu. "Ben senin yaptıklarının bir sonucuyum. Sıradan olmaktan çok fazla korkuyordun, öyle olmaya başladığını düşündün ve kendi 'hayatını' yatırdın, dövüyorsun."

Ayağa kalktı. Yürümeye başladı, gidiyordu. Ben ise o gözden kaybolana kadar olduğum yerden kalkamadım. Sonra yolu takip ettim. Bir market çıktı karşıma. Ben de eve giderken alacağım ekmeğin yanında, 2.5 litrelik bir kola aldım, değişiklik oldu.

19.6.11

Soysuz'un Tek Zaafı

Bir kız var aklıma, fikrimde. Ah, lütfen, bilmiş ağızlar sussun, zaten biliyorum, bu kız olacak benim sonum. Varsın, olsun. Ölümlerin en hoşu, sonların en tatlısından olsun. İnlemeyeceğim o zaman, bunu yazın bir kenara dursun, zaten ölürken tek dileğim , bedenim resimler, ruhum ise O dolsun.

Geri dönüyor tek bir savaşçı, göğsünde yara izleri, elinde gardı. Uzaktan gören "yazık diyor", ama şair düşünüyor, "...böylece sevdiğini düşlerinde ölümsüz kıldı."

Savaşçı geliyor evine. Hiç açası gelmiyor kapıyı, küf kokan evi, antreyi... Hiç görmek istemiyor, hiç duymak istemiyor neşeyle öten kuşları, turnaları. Bırakıveriyor kendini hastalıklı, beyaz duvarın köşesine. Kıvrılıyor, hiç bakmıyor dağılmış siluetine. Ve diyor "Allah'ım, sen hakim ol, o esmer kızı düşünen bu garip aklıma, fikrime"

Savaşçı yorgun. Şair ise yazıyor da yazıyor. Ama ikisi de sonunda ne olacak bilmiyor. Şairin düşünceleriyle savaşçının yorgun bedeni çarpışıyor; hepsi, ama hepsi o sevimli kız için. Savaşçı bıkıyor "elimde kırık gardım", şair haykırıyor "benimse kırık düşlerim, zavallı hayatım"

Ve bu iki erkeğin savaşı, oluyor yüzyılların en köklü destanı. Nesillerce konuşuyor, dünyanın bütün halkı. Diyor "o sevimli kızdı, yüce Soysuz'un Tek Zaafı"

Heart-Shaped Box

Bu yazıyı Evanescence'ın Heart-Shaped Box Cover'ını dinlerken yazdığımı belirtmek istiyorum. Ah Kurt Cobain, n'olurdu ölmeseydin, en azından ölümden dönseydin, ben ve birkaç arkadaşım(mütevazi topluluk) da sana kalp şekilli bir çikolata kutusu ikram etseydik? Fena mı olurdu? Bence olmazdı.

Öldüğümüzde çok büyük bir merakımızı gidermiş olacağız aslında (alıntıdır). Güneşin oğlu filminin son sahnesinde bir konuşma geçiyordu. Tam olarak hatırlamıyorum, ama yaklaşık olarak şöyle birşeydi:

"Yaşadığınız en iyi günü düşünün. Yediğiniz en iyi yemeği, oynadığınız en iyi oyunu, dinlediğiniz en iyi müziği... Bunlar hala sürüyor olsaydı, en iyi değil muhtemelen en sıkıcı olurlardı. Çünkü hayat, başlayan birşey olduğu gibi biten de birşeydir. Demek ki ne diyebiliriz, yaşasın ölüm! (böyle birşeydi sanırım)"

Bir insanı etkileyen şey insanın öldürülmesinden çok, intihar etmesidir. Düşünsenize, ne kadar cesurca, kendi ellerinle kendi canına kıyıyorsun. (burada "neresi cesurca be, kaçmak korkaklıktır" diyen tiki kızlarımız var ise, bir kere daha düşünsünler) Genel değerler çerçevesinde ele alalım: intihar ederek arkanda onlarca sevenini ve sevdiğini -belki de sonsuza kadar- bırakıyorsun. Dini olarak ele alsak bile, sonsuza kadar yanmayı göze alıyorsun.

Ölüm, ortalığı yıkarak, kendini göstere göstere de gelebiliyor, aninden vücuda temas edip ruhunu da alabiliyor. Bir gün eve geliyorsun, O evde olmuyor. Arıyorlar, trafik kazası diyorlar. O an herşey bitiyor işte. Belki "Bir daha buraya uğramayacak" diyorsun, şiirler yazıyor şarkılar besteliyorsun ama bunlar yine yaşayanları etkiliyor; çünkü başından beri ölüme karşı ölümlü dünyada vereceğin eserler anlamsız olacaktır.

Hayat, gerçekten deneysel film tadında birşey. Başlıyor, bitiyor. Ama bu bitiş zamanlı mı zamansız mı; bu geçen hayat gerekli mi, dolu dolu mu, sıkıcı mı, kimse de sorgulayamıyor. Deneysel film bu, olmayınca olmuyor, ve işin kötüsü, bir kere oturdun mu o sinema koltuğa, bitene kadar kalkamıyorsun. Ne zaman istersen iste kalktığın zaman, film de bitmiş oluyor.

(Bu arada Kurt Cobain de intihar mı etti, öldürüldü mü tam emin değilim, siz dikkatli insan olarak yakaladıysanız yorum olarak atarsınız zaten)

Liste

Google dan "her gün bir iyilik" diye arama yaptım az önce. Bunu yapmamın nedeni böyle bir felsefe olduğunu hatırlamam ama bunu üreten kadının (evet bundan eminim) kim olduğunu ve takipçilerini hatırlayamamaktı. Bu arama beni bir foruma götürdü ve karşıma şöyle bir yazı çıktı :

"Piramitgenç uygulamaları :
Bugün yapmanız gereken tanımadığınız birisine iyilik yapmaktır.
Amacımız: kendimizi mutlu hissetmek.başkalarının mutluluğu sizin mutluluğunuzdur. Yardımseverlik bilincini kazanabilmek. Sosyal bir varlık olduğumuzu benimsemek.
İlk faaliyetimizi biraz açalım pazarda tanımadığınız sebzeleri elinde zorla taşıyan birine yardım etmeyi teklif edin. Not: korktukları için farklı tepki verirlerse tartışmadan başka birini deneyin.Yolda çivi taş gibi zararlı cisimleri alın.
Arabasını bozulduğu için iten insana yardım edin.
Komşunuz evini taşıyor eşyaların toplanması taşınmasında yardımcı olun yada ona bir demlik çay biraz kek götürün.
Evinizin penceresine Kuşlara ekmek kırıkları koyun.
Annenize söyletmeden çöpleri siz döküp, bakkala siz gidin.
Babanızın ayakkabılarını boyayın.
Kardeşinize bağırıp onu hırpalamayın.
Komşunuzun çocuğuna ders çalıştırın....
gündelik yaşantınızda yapacağınız iyilikleri kollayın her birini fırsat olarak düşünün.piramit uygulamasındaki en önemli unsuru Başarıyla yapın.mutsuz bir kişi Başarılı olamaz,yapılan her iyilik sizi mutluluğa yaklaştıracaktır.
O kadar çok ki iyilik faaliyeti sizler bu örneklerden kim bilir daha güzellerini bulacak ve uygulayacaksınız.kısacası sizin mutluluğunuz çevrenizdeki insanları ne kadar mutlu ettiğinize mutsuzluğunuz ise insanları kırıp surat asıp görevlerinizi yapmadığınızdan meydana gelmektedir. İyiliklerinizi tarih ve saat yazarak not defterinize kaydetmeyi unutmayın. İyilikten sonra kişilerin size söyledikleri sözleri not edin sınıfta arkadaşlarınızla paylaşın.
Başlangıçta ilk hafta her gün birer kez, sonraları fırsat buldukça yapılacaktır. Her yapılan iyilik tarihiyle birlikte kaydedilecektir.
Yaptıklarımızı yazarak not alarak, başladığımız noktayla sonrası arasında ki farkları sayılarla ifade ederek değerlendirmiş olacağız."

Has*ktir lan? Nasıl yani? İnsanlar iyilikleri biraz da kendilerinin iyiliği için mi yapacak yani? Benim bildiğim, iyilik içten gelir. "Dur bugün 5 iyilik yapayım, ay sonuna 80 iyilik eder, ben de normalde olduğumdan 20 kat daha mutlu olurum" diyen adamın yaptığı iyiliği sizin hayalgücünüze bırakıyorum.

Bence en az yukarıda örneğini verdiğim kadar hastalıklı olan bir başka düşünce de "ben istediğini yapayım ki, günü gelince bana hayır diyemesin" dir. Sen istediği şeyi kendi menfaatlerini hiçe sayarak yap ya da yapma. Hayır desin, n'olacak, iki dakikalık keyfinden olursun, ama onurunla oturursun yerine. (kahramanlar sadece efsanelerde vardır)

Aile bireylerimin ve benim yetişme şeklim "Başka insanları rahatsız etme. Sen rahatından olsan da dikkat et
Ağla ağla, sümkür formaya, gözünü de sil canım
buna" gibi kölelik kokan bir mantık üzerine kurulu efendim. Ulan gece tuvalete kalkıyorum, işeyemiyorum; hadi işedim, sifonu çekemiyorum. Pek bir eziliyor, büzülüyorum, işeyerek büyük bir günah işlemişim de, düzeni bozmuşum gibi hissediyorum. Bu ne kadar doğru bilmiyorum, olan da şu oluyor: insanlar başı sıkışınca ilk beni arıyorlar, bana sığınıyorlar. Her zaman dayağı ben yiyorum, yanımdaki insana birşey olmasın diye. Daha fazla azar işitiyorum, çünkü başımı eğiyor, susuyorum(aman insanlar üzülmesin, tadları kaçmasın). Arkadaşlarım salya sümük ağlarken bana sarılıyor, kıyafetim rezil oluyor. Bir başkası dolmuşta giderken camı açıyor, ben terliyim, ama adam bunalmasın, rahatı bozulmasın diye camı kapattırmıyor, eve tutuk boyunla dönüyorum.
"Biraz" umursamak olmak çok da kötü birşey değil aslında. Hatırlıyorum, mahallemizde ana-kız iki kadın yaşardı. Kızı kırksekiz yaşında vefat etti. Çok anlayışlı, insanları kırmayacağım diye on takla atan, hayatındaki tek gerçek bizim kölelik mantığına benzeyen bir şekilde insanlara yardım etmek olan tatlı bir kadındı bu. Ha yanlış anlaşılmasın, iyiliği de "iyilik yaptık, sevap işlemiş olduk, iyi bu birgün bana döner rahat ederim" mantığıyla yapmıyordu. Hatta sanırım hayatta yaptığı hiçbir şeyi "bana geri döner" düşüncesiyle yapmıyordu. Pek az gerçek dostu vardı. Kalbiyle ilgili bir sorundan ötürü bu dünyadan göçüp gitti. Bu kadının annesi ise şu anda seksenli yaşlarında. Kızının tam aksiydi, yaptığı iyilikler genelde kendineydi. Dünyaya kazık çaktı, bekliyor. Ama kimsenin de kölesi olarak yaşamadı. Demek ki bünyeyi yıpratmıyor umursamaz olmak.

Ben de az köpek değilimdir, bilen bilir. Ama bu köpekliği hiçbir zaman mutlu olmak için yapmadım, yani mutlu oluyordum ama, iyilik yapmamdaki amaç mutlu olmak değildi. Tişörtüm salya içinde eve geldiğimde, dudağım patlak, gözüm mor bir şekilde banka oturduğumda, dakikalar önce azar yemekten döktüğüm soğuk terleri silmeye başladığımda zaten mutluydum.

Şimdi haksızlık etmeyeyim "hergün bir iyilik" felsefesinin takipçilerine. Mutlu ediyor olabilir, hatta bir kağıt aldım, yarın yapacağım iyilikleri tek tek yazdım. Neyse lan vazgeçtim, ben yine random yapayım iyilikleri, zamanı gelsin, ben koşmayayım sevap, iyilik peşinde. Zaten hayatı bir programa göre yaşayamam ben, yırtar atarım o programı. Ama şunu biliyorum: çok iyi insanlar kötülük yaptıklarında kötülüklerini bünyeden atarken sancı çekiyor.

18.6.11

Sonuncuyu Ben Yedim

  "Ne düşünüyorsun bir saattir?" dedi. Doğru ya, ne düşünüyordum o kadar uzun süredir? Önümdeki tabağa salak gibi bakıyordum, düşünüyordum. Sonra kafamı kaldırdım, O'na baktım. O cümleyi bekledim, ve nihayet geldi "Son zamanlarda pek bir düşüncelisin."
  
  Ne kadar çok düşünüyoruz değil mi? Her an, her ne yaparsak yapalım, düşünüyoruz. Otomatik bir olay bu. Herkes her yerde sürekli düşünüyor, o kadar çok düşünülüyor ama beyinler patlamıyor, burunlardan kan gelmiyor.   
  Afedersiniz ama ne halt etmeye düşünüyoruz biz? Düşünmek güzel şey, ama kaçımız "dur bugün düşüneyim böyle, ciddi ciddi düşüneyim" diyoruz? "E ama sen dedin düşünmek otomatik birşey diye, kalkmış düşünme eylemine kızıyorsun, hasta mısın?" demeyin hemen, yerimiz bol, yazacağım hepsini.
   İnsan yeni birşey öğrenirken az da olsa zorlanır. Çünkü beyin tertemiz bir kağıttır, sen oraya o şeyi yazar, çizersin öğrenirken. Önce taslak çıkar, sonra yavaş yavaş son halini almaya başlar o çizimler, yazılar... Az önce öğrenme olayının çok küçük bir örnekle kabaca anlatımını okudunuz. Evet, burada düşünmek var.
   Ortada bir sorun varsa ve çözüm gerekiyorsa, düşünürsün. "Çözüm ne olabilir?" diye anlık da olsa düşünürsün. Eğer herşey yolunda giderse, zamanı gelince düşünen beyin bir çözüm üretir, olay hallolmuş olur.
   Yeni birşey üretirken düşünürsün. Bu düşünme işlemi işin her aşamasında vardır: Tasarım, yapım, üretim, satış, dağıtım vs...
Ben, bunun ve sıradan olayların (ne alayım, nereden dönecektim, kaç yaşındaydı...) dışında düşünme eylemi, ağızdaki sigara, saçtaki jöle, omuzdaki dövme gibi bir aksesuara dönüştü diye korkuyorum. "Dün gece oturdum ve saatlerce düşündüm" "İçeride düşünecek zamanım oldu" "Bugün düşüncelerime ayrılmış bir gün". Bu cümlelerde az da olsa "ahahah, evet çok marjinalim, zekiyim, düşünerek kendimi geliştiriyorum" havası yok mu? Tamam, burada o olayı tam olarak yansıtamadım ama hepinizin hayatında bu tür şeylerin (düşünmek, ağlamak) üzerinden prim yapan insanlar vardır, lütfen onları düşünün yazı boyunca.
  
   "Yok birşey ya, öylesine düşünüyorum işte." diye salakça bir cevap verdim. "Hadi hadi, var birşey, anlat belki bir çözüm buluruz." dedi. Kafamı kaldırıp ona baktım. Gerçekten birşey yoktu, ama 'muhabbet açılsın, biraz yakınlaşalım' mantığıyla "Aslında haklısın, biraz sıkıntılıyım bu aralar" dedim, ve dediğim anda da "ulan her şey yolunda, şu saatten sonra 'yok birşey' diye geçiştiremem, ne diyeceğim şimdi?" diye düşündüm. (bunu düşünerek en azından düşünmüş olduğum yalanını ortadan kaldırmıştım)
  
  Düşünmek üzerinden nasıl prim yapabilirsin arkadaş? Ben 14 senedir düşünüyorum bu kadarı bana fazla geldi, 70 yıl düşünen adamın hali ne olacak? Kadınlar düşünceli erkek, erkekler sadık kadın istiyor. Şöyle bir bakınca, erkekler daha az şey istiyor.
   Daha yakın bir örnek vereyim. Blog "kusan" kız ne düşünüyor? Bunun cevabı çok basit. Benim yazdığım yazıdan katlarca daha uzun yazıyor, ama okuyunca ne düşündüğünü anlıyorsun kızın. Çünkü ne yaşadıysa onu yazıyor, (bu arada "blog kusan kız" tabirine açıklık getirme gereği duymadım, genelde akranlarım olurlar kendileri, ergen kız kokar yazıları. Açın bakın, anlayacaksınız)kızgınsa "mal" diyor, "salak" diyor, "orospu" diyor. Sonuç şu oluyor: ben o yazıdan yazarın düşüncesini; kendi yazdıklarımdan daha kolay anlıyorum.
 
  "Eğer anlatmak istersen, dedi, dinliyorum, zamanım da var." Evet, şimdi ne diyeceğimi gerçekten düşünmeliydim, çünkü bu cümlede hem "lan madem bir şey var, niye anlatmıyorsun, yanındayım işte" yakınması hem de "senin çözüm bulabileceğin konular değil, daha derin" gibi bir yalanı yemeyecek biri olduğundan ve ben de böyle bir şey söyleyemeyeceğimden dolay gözlerimi devirdim, kasıntı bir ses tonuyla "Şey, dedim, insanların bu kadar boş olması beni üzüyor."

Ben saatlerdir kendimi yırtıyorum düşünme eylemi aksesuar olacak diye korkuyorum diye. Al işte, tiksindiğim adam oluvermiştim 2 saniyede. Düşünürken çok mu kuul, çok mu yakışıklı / güzel oluyorsun (bilhassa erkekler) da bu düşünme maskesinin altına saklıyorsun ifadesiz suratını? Fotoğraflarında falan niye bakışların hep uzaklarda, sik mi var uzaklarda, dibine bakmıyorsun? Neden elini alnına koyuyor, gözlerini kısıyorsun? Yok arkadaş, bence sen, sıradan olmaktan korkuyorsun.
 
"Genelleme yapma taraftarı değilimdir ama bunu boş insanlar söyler. Ve itiraf et, birşey yoktu. Neden bana 'canım sıkkın' falan diyor; ben nedenini sorduğumda da 'insanlar boş' gibi sikindirik bir bahane uyduruyorsun ki?" dedi. Yattığım yerden doğruldum, yine suratımda "düşünüyorum" ifadesi vardı, gözlerimi kısmıştım. Sonra içimden "bırak şu salak hareketi yapmayı" dedim, ama engel olamıyordum, gözlerim hala aynı ifadeyle öylesine bir noktaya bakıyordu. O'na bakmadan "Bilmiyorum, gerçekten bilmiyorum" dedim.
  
  Bu kadar yazı yazdım, ama 1 tanesini daha yazabilecek kadar ne düşündüm ben? Ne kadar süre "gerçekten" düşündüm, tartışılır. Sizin de affınıza sığınarak özür diliyorum, düşünceli fotoğraflarınızı profil fotoğrafı falan yapın, ben de yapayım hatta ama lütfen "düşünüyorum" lafını artistlik aracı olarak kullanmayın. Şu halimizi Neitzsche falan görse, oturur ağlar.
  
  Sonra bana baktı, gülümsedi ve ayağa kalkıp mutfağa doğru yürümeye başladı. Ben arkasından bakarken söylediği şey beni gerçekten güldürmüştü: "Daha fazla düşünme, sonuncuyu ben yedim"
  
  Tabakta kendi yansımama baktım ve saçlarımı düzelttim. Bu arada siz de daha fazla düşünmeyin, o fotoğrafı kadın güzel olduğu için koydum, başka bir nedeni yok.