14.10.12

Atlet Terini Alır

Parıltılı bir geceydi. Yüzlerce insan adımı haykırıyordu. "İşte oldu!," diyorlardı, "Halil yarışı kazandı!". Son 30 metreyi nasıl koştum bilmiyorum, bildiğim tek şey bacaklarımın kanla dolduğu ve o anda NEREDEYSE uçuyor olduğumdu. Öylesine kasılmışlardı ki, her kalp atışımda bütün vücudum titriyordu. Parmak uçlarımda koşmuştum son 30 metreyi. Bir şey söyleyeyim mi, gerçekten de şahane bir uçuştu, vücudum kalbimin atışıyla her titrediğinde iki saliseliğine de olsa ayaklarım yerden kesiliyordu. Yarış bittiğinde ise bağırıyordum, EN BÜYÜK BENDİM.

Daha önce konuştuğumuz gibi Nermin beni dışarıda bekliyordu. Ben de kel kafamı üşütmemek için hemen arabaya atladım, çantamı ayaklarımın dibine koydum. Nermin hoş kadındı, benden yedi yaş büyük olsa da güzel bir yüzü ve güzel bacakları vardı, üstelik arabası vardı. Koşu dışında sürdüğüm sefil hayatında kıçımı toplayan bir kadındı Nermin, çok da güzel yemek yapardı üstelik. Arabaya girer girmez klimayı kapadı ve bana gülümseyip çok iyi olduğumu söyledi. Bunu ben de biliyordum.

Arabasını deniz kenarında bir yere çekti. Hızla arabadan inip onun kapısını açma inceliğini gösterdim; sportif olmamın yanında böyle centilmen de bir insandım. Sonra elimi uzattım ve Nermin'in narin elini tuttum. Onu arabadan yavaşça çekip çıkarmadan önce elini bir beyefendi gibi öptüm. O ise bundan düpedüz zevk alıyordu, kahkahalar atarak indi arabadan. Yavaşça kapıyı kapadım ve önünde eğildim:

-Bu kadar zevzek olmana gerek yok, dedi ve yüzüme tükürükler saçarak kahkaha attı. Bu hareketine bozulmuştum ama çaktırmadım, bir beyefendi gibi davranmaya çalışırken onun böyle dalga geçmesi affedilecek şey değildi. Sonra daha da affedilmeyecek bir şey fark ettim: Bir kokoreççinin önündeydik. Yani benim 'evde yenilecek mis gibi yemek' hayâlim suya düşmüştü, tuzla buz olmuş, yanmış bitmişti. "Amına koyayım Nermin, amına koyayım senin." dedim içimden.

Kokoreçlerimizi yerken konuşulabilecek en boktan konular hakkında konuşuyorduk bir yandan da: Koşu dışında bir iş yapmayı düşünüp düşünmediğim, nasıl geçineceğim, yeterli parayı bulup bulamadığım... Nermin'in mavi gözleri gözlerimle çok seyrek buluşuyordu. Gecenin laciverti ayaklarımın altındaydı: Karşı kıyıda binlerce ışık vardı, uzak olduğum için bana güzel görünen ışıklardı bunlar. Sonra kendi ışıklarımızın aydınlattığı gökyüzü vardı, bu gökyüzünde de yine kendi ışıklarımızın gizlediği güzel yıldızlar vardı. Ben ise burada, bir sokak ışığının altında, çırılçıplak kaldırımda, çok konuşan bir kadınla karşılıklı oturmuş kokoreç yiyordum, tanrım, ne kadar çok toz vardı bu koca şehirde!

Anahtar delikte iki tur döndükten sonra, kapıyı omzumla ittim ve nihayet eve girmiştik. İçerinin karanlığı apartmanın koridorunu, dışarının ışığı da evin karanlığını boğuyordu. Boğmaca. Önce ben girdim, sonra Nermin hanım teşrif ettiler. Bir daha beyefendi gibi davranmak yoktu, buna karar vermiştim.  Nermin tiz sesiyle "ehihihihi" diye gülerek girmişti içeri. Hiç alkol almamışken böyle davranması garipti, demek ki bir kadını böyle bir durumda güldüren şey alkol değil, evine bir erkeğin girmiş olmasıydı; içilen şeyin mohito mu yoksa ayran mı olduğu önemsizdi.

Sırtımda taşıdığım bombayı -hangi sporcuya sorsanız, terli çamaşırlarının bir bomba olduğunu söyleyeceklerdir- kapının kenarına attım. Nermin "şşt! Ahmet uyanacak!" dedi. Ahmet de kimdi? Bu saatte burada ne işi vardı? Bu ev Ahmet ve bana yeter miydi? Madem uyanmaması lazımdı, Nermin neden eve anırarak, kahkahalarla girmişti? Ahmet'in komşunun oğlu olduğunu öğrendim, bu gece burada kalacakmış, annesi yok muymuş neymiş. Nermin'in yaptığı işgüzarlığı fark edince ben de kahkahayı bastım, Ahmet umrumda değildi. Ahmet diye çocuk mu olurdu hem? Ahmet diye adam olurdu.

Sonra Nermin'in odasına gittik. Bir anda susmuştu, az önce gülen bir kediydi, şimdi ise çok ciddi bir kısrak gibiydi. Ciddi de olsa, hatta daracık bir kıçı bile olsa kısrak kısraktır. Kapıyı arkamızdan çektim ve kendimi yatağa attım, çok yorgundum. Bu enerjiyle ne kadar iyi bir iş çıkarabileceğimi bilmiyordum. Öyle çok gerinmiştim ki, bütün eklemlerim yerlerinden çıkıp tekrar yerlerine girmişlerdi. Karşımda soyunan kadının yüzüne karşı esniyordum. Yanıma geldi, üzerimdekileri teker teker çıkarttı. Beyefendi olmak yoktu, ona yardım etmeyecektim kıyafetlerimi çıkarırken. Tamamen çıplak kaldıktan sonra tekar düşündüm, beyefendi olmak yoktu. Üzerine çıktım. En büyük bendim, beyefendilik yapmayan, kaba saba ama yine de en büyük.

Nermin'in kesik soluklarının arasında her nasıl olduysa başka soluk sesleri de duydum. Kafamı çevirdim, Ahmet yatağın hemen yanında duruyordu:

-Ne yapıyorsun burada bacaksız? dedim.
-Sadece sesinize uyandım, ben..
-Tamam, şimdi git ve yerine yat, ya da televizyon izle, bu saatte güzel belgeseller oluyor.

Ahmet gözden kaybolmuştu. Nermin bana kızgın bakışlarla bakıp yataktan çıkmaya çalıştı, fakat ben boğazından tutup yatağa yapıştırdım. Neden kızıyordu ki, beni eve getirip benimle sevişme fikri benim miydi? Ben yalnızca görevimi yapıyordum.

Sertleşemediğim üç dakikanın ardından yaklaşık yirmi dakika sonra işimi bitirmiştim. Ben en iyisiydim, mükemmel bir koşunun ardından bir insanın performansı en fazla bu kadar olabilirdi. Nefesim bile bozulmamıştı, yataktan hızla çıktım ve gerindim. Nermin uykuya dalmıştı bile. Ben de üzerime donumu giyip yataktan çıktım, eğer çantamdaki pis şeyleri kirliye atmazsam, çantam da, kıyafetlerim de ölüp gideceklerdi.

Bir marş mırıldanarak koridora geldim. Işık açıktı, demek ki unutmuştuk kapatmayı ışığı, tıpkı kapıyı arkamdan çektikten sonra kapanıp kapanmadığına bakmayı unutmam gibi. Çantama bakındım, fırlattığım yerde yoktu. Sonra ellerimi belime bağlayıp etrafa bir göz attım. Salon? Kulak kesildim, televizyon sesi geliyordu.

Salona girdiğimde Ahmet'i kocaman gözlerle televizyona dalmış bir şekilde buldum. Arapça bir kanal açıktı. Sonra çantamı gördüm, hemen Ahmet'in ayaklarının dibindeydi. Sonra daha da dikkatli baktım Ahmet'e. Yaşıyor gibi değildi. Bir şeyi kemiriyordu. Daha doğrusu emiyordu. O şey... eee... benim atletimdi:

-AHMET? NAPIYORSUN? AHMET BIRAK ONU!

Tepki yoktu. Kulağının dibinde bağırıyordum ve kafasını çevirip bana bakmıyordu bile. Ne kadar süre bizi izlemişti bu velet?:

-Ahmet, bırak onu. Bırak dedim sana.

O kadar iğrençti ki, süt dişlerini atletime batırmış, salyalarıyla gecenin zaferinin özsüyunu, en boktan tarafını içiyordu. Bütün o ter, atlete yapışmış bütün o adrenalin ve testesteron küçük Ahmet'in ağzındaydı. Ahmet diye çocuk mu olurmuş lan?

Atlete yapışıp çektim. Ahmet de atletle beraber yere düşmüştü, dişleri hâlâ atletteydi. Çektim, çektim. Ahmet yerde sürünüyordu. Daha da sert çektim. Nafile, Ahmet'in çenesi kilitlenmişti. Sonra bütün gücümle, çığlık atarak bir kere daha çektim ve elimde atletle duvara fırlayıverdim. Kafamı çarpmıştım, atlette ise biraz kan vardı. Benim kafamdaki kan değil, Ahmet'in karanlıkta bile parıl parıl parlayan, tahminimce sallanmakta olan, atlette kalmış süt dişinin kanıydı bu kan.



Ahmet hayatımda gördüğüm en dayanıklı çocuktu, hastaneye kaldırılmıştı fakat ölmemişti. Atlette kalan dişlerinin yerine yenisi çıkmıştı, Nermin beni terk etmeden önce bir ara bunu bana söylemişti. O atletteki ter nasıl bir insanı öldürmez anlam veremiyorum.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Buradan yorum yapabilirsin: